Bir ülkede devlet, "Sayın Cumhurbaşkanı'nın talimatı" olmadan tuvalete bile gidemeyen, tek meziyetleri biat olan kulların elindeyse, toplumun işi bitik demektir.
Ne zamandır kafama takılan bir konu bu: Bakanlardan tutun -valiler başta- mülkî erkâna, askerî erkâna, devlet kurumlarının başına getirilmiş üst düzey bürokratlara, iktidar partisinin milletvekili veya belediye başkanı adaylarına kadar, ülkenin siyaset erbabı ve yöneticileri ağızlarını her açtıklarında sözlerine "Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla" diye başlıyorlar. (Bunlar zaten istifa da edemiyorlar, sultandan aflarını rica ediyorlar.)
Son örneği, İliç faciasından sonra Erzincan Valisi'nin olay yerinden yaptığı açıklama: "Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla olaya müdahale etmiş bulunuyoruz." Çok sık duyup da alıştığımız bu sözü, 2020'de Marmaris'te bölgeyi kasıp kavuran büyük yangın sırasında dönemin bakanlarının ağzından da, 6 Şubat deprem felaketi sırasında bölgeye sökün edenlerin ağzından da duymuştuk. Bakanlar, üst düzey bürokratlar da aldıkları bir kararı, bir icraatlarını açıklarken, "Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla" demeyi ihmal etmiyorlar.
Her duyduğumda, söyleten kadar söyleyenler adına da utanç duyduğum bir söz bu. Tuvalete dahi Sayın Cumhurbaşkanı'nın talimatıyla mı gidiyor bu zevat? Sayın Cumhurbaşkanı'nın talimatı olmasa görevlerini yapmayacak, sorumluluklarını yerine getirmeyecekler mi?
Bu kişilerin söze böyle başlamak için talimat mı aldıklarını, yoksa kendi belkemiksizlikleri, kişiliksizlikleri yüzünden mi böyle davrandıklarını merak ediyorum doğrusu. Her iki durum da aynı derecede vahim.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan
Yurttaş olamamış kullar ülkesi
Ülkemizde; siyaset hayatında, partilerde, örgütsel yapılarda, başta aile kurumu olmak üzere toplumsal örgütlenmede demokratik işleyiş eksikliği, sık dile getirdiğimiz, şikâyetçi olduğumuz konuların başında gelir.
"Demokrasi" en sık telaffuz edilen ama Türkiye insanının / toplumunun içine sindiremediği, özümseyemediği bir sözcüktür. Ağzımızın içinde, dilimizin ucundadır ama en az yüz elli yıldır kafamıza yüreğimize yerleştiremediğimiz bir kavramdır. Sorulsa, siyasetçiler ve toplumun büyük çoğunluğu demokrasi özlemi duyduğunu, demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyecektir. Ama; Müslümanı, milliyetçisi, Türkçüsü, Kürtçüsü, sağcısı, solcusu ile aynı çoğunluğun, eşitlikçi özgürlükçü gerçek demokratik işleyişlere şu veya bu açıdan itirazı, demokratik işleyişin tam tersi uygulamaları vardır. Misal: yerel seçim atmosferine girildiği şu günlerde demokrasi sözcüğünü -hatta şampiyonluğunu- elden bırakmayan siyasî partilerin hallerine, söylemlerine, parti içi çalkantılarına bakın. Ya da; demokrasi, özgürlük, laiklik diye mangalda kül bırakmayanların mesela Kürt meselesi, mesela ötekinin inancına ibadetine saygı, mesela göçmenler, sığınmacılar, hele de eşit yurttaşlık deyince nasıl da kıvırtıp kırmızı kart gösterdiklerine bakın. Bu ülkede demokrasi, her kesimin kendisi için istediği bir konfor alanıdır, ortak bir değer değildir.
Neden? Çünkü demokrasi kul'lar rejimi değil, yurttaşlar yönetimidir. Ve "yerli ve millî değerlerimiz"le bağdaşmaz.
Demokrasi neden "yerli ve millî" değerimiz olamıyor?
İktidar çevrelerinin dillerine pelesenk ettikleri "yerli ve millî değerler"; çağdaş dünya, insan hakları, eşitlik, özgürlük ve demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan, üç yüz-beş yüz yıl öncesinin toplumsal düzenine ve faşizan zihniyete gönderme yapan kavramlardır. En saf ve açık anlamlarını günümüzde iktidar odaklarının desteğindeki tarikatların, cemaatlerin vaaz ettiklerinde bulabilirsiniz. Ahlâkı iki bacak arasında gören, kadını mal sayan, insanın yaşama sevincini, coşkusunu, yaratıcılığını, sanatsal ve bireysel özgürlüğünü sınırlayan, yasaklayan, eril iktidar odaklarının zihniyetini yansıtan bu sözde değerler, bir de devlet tapıncı ile perçinlenince demokrasiden söz etmek mümkün olmaz.
Yerli ve millî değerlerimiz söylemi, iktidarın hem kitleleri hem de muhalefeti esir almak için kendi meşrebine göre tanımlayıp topluma zerk ettiği bir uyuşturucudur. Ancak bundan ibaret olsaydı, iktidar değişince geçerliğini yitirir diyerek rahatlayabilirdik. Ancak meselenin köklerinin daha derinlerde olduğunu düşünüyorum ve bu noktada yazının başına bağlanıyorum.
Biat ve kul'luk kültürü aşılamadıkça
Her işin Sayın Cumhurbaşkanı'nın talimatıyla yapılması, kadim tarihimizden gelen devlet tapıncının (ve de korkusunun) biat kültürüyle harmanlanması sonucunda Türkiye insanının genetik kodlarına işlemiş bir ruh hali.
Türk toplumu, bugün hâlâ yüzlerce yıllık devlet geleneğinin, daha doğrusu hem kerim hem de kahhar devlet baskısının ve algısının etkisinden kurtulabilmiş değil. Türkiye insanı (tabii ki herkes değil, çoğunluktan söz ediyorum) "Devlet Baba"yı (döver de sever de!) kader gibi algılar. Devletin cisimleşmiş halini iktidarda kim varsa onda gördüğü için Cumhurbaşkanı'nın veya devleti temsil ettiğini düşündüğü kişinin talimatıyla hareket edilmesini de pek yadırgamaz.
Öte yandan, devlet kültü kadar biat kültürü de bu toprakların insanlarının ruhuna işlemiştir. Biat, yani tâbi olma, iktidarı kabul etme ve ona uyma hali, günümüzde "Allah'a biat" anlamının dışına çıkarak onun adına konuştuklarını iddia edenlere biat etmeye, onlara tâbi olmaya dönüşmüştür.
Birey insanın, kendini dünyevî ya da dinî bir otoriteye ve o otoriteyi temsil ettiği varsayılan kişiye/kişilere tâbi hissettiği; başka bir deyişle, özgür iradesini kendi dışında bir muktedire teslim ettiği bir düzen kulluk düzenidir. (Bu türden bağımlılık faşist yapılarda olduğu kadar sol ideolojik örgütlerde de aynen tekrarlanır.)
Kul insan özgür yurttaş olamaz. Gerçek anlamda demokrasi ise özgür yurttaşların yaşam ortamı ve rejimidir.
Kul'luktan yurttaşlığa geçememiş kitlelerle gerçek demokrasi kurulamaz, demokratik bir ülke inşa edilemez. İktidarlarını devlet mitosu ve biat kültürü üzerine kurmuş olanların böyle bir amaçları yoktur zaten. Ama, demokratik bir Türkiye kurmaya talip olduklarını söyleyenler, demokratik bir toplum özleyenler, kulluk zihniyetinin özgür yurttaşlık zihniyetine dönüşmesine öncelik vermek zorundadırlar.
Kul biat ve itaat eder; sultanın, reisin, başbuğun, vb, buyruklarına uyar, her işi talimatla yapar. Yurttaş ise yanlışa itiraz, haksızlığa isyan eder. Doğru gördükleri uğruna mücadeleden çekinmez, yurttaşlık etiğini/ahlakını düşüncesiyle, eylemiyle korur. Yurttaşlık cesaret ister.
Özlediğimiz dünyaya ve ülkeye ancak çoğunluğun kulluktan çıkıp yurttaş olmasıyla varabiliriz. Bunun için: kendimizden, çevremizden, örgütlerden, partilerden başlayarak yurttaş olma cesareti göstermeliyiz.
Kullar topluluğundan yurttaşlar toplumuna geçememek kaderimiz değildir. Sürecin bu kadar ağır gelişmesinin nedeni, devlete hakim olanların, gelmiş geçmiş siyasal iktidarların, kulluk ve biat kültürüne yaslanmaları, yurttaşlık bilincinin gelişmesini kendilerine tehdit olarak görmeleridir. Yönetenler, -ister devleti, ister bir partiyi, bir örgütü yönetsinler- kullardan hoşlanırlar. Kul'u yönetmek kolaydır, yurttaşlık bilincinin geliştiği kitleleri yönetmek ise zordur.
Seçimler kazanılmış kazanılamamış, şu kadar oy alınmış bu kadar oy kaybedilmiş… Önemsiz demiyorum ama, geleceğin siyasî hareketlerinin hedefinin kulları yurttaşlığa taşımak olması gerektiğini düşünüyorum. Kim kalacak? Hangi parti, hangi siyasî hareket, hangi hat geleceği kuracak, sorusunun cevabını ben burada arıyorum.