Barış süreci

Barış, herhalde kimsenin “ben istemiyorum” demeyeceği, diyemeyeceği bir kavram. Ancak bir siyasa önerisi olarak “barış süreci” dile getirildiğinde kafa karıştırıcı olabiliyor. Bu tamlamanın bileşenlerinin ikisini de ayrı ayrı tanımlamak güçleşebiliyor. Barıştan ne anlıyoruz? İstikrar, barış olmadan da sağlanamaz mı? “Süreç” derken, hangi taraflar arasında nerede nasıl yürüyecek bir müzakere anlıyoruz? Süreç, müzakerenin ötesinde hangi unsurları içeriyor?

Yurt içinde silâhlı çatışma durumu sona ermiş görünümde. Terörle mücadele açısından güncel durum bir tür “Roma barışı” olarak da görülebilir öyleyse. Böyle kabul edersek verili durumu, aynı saptamanın bir diğer somut uzantısı da, PKK’nın yurt içinde yaklaşım değişikliğine karşılık değiş-tokuş edeceği bir şey kalmaması. Yurt içinde terörü bitirmekle veya durdurmakla, sorunu çözmek de farklı işler. Ortada bir sorun bulunduğunu kabul edenler açısından.   

Müzakere, pazarlık, diyalog, “alışveriş”, süreç gibi terimleri özensizce birbirlerinin yerine kullanmak herhalde doğru değil. Çözüm ile barış terimleri de böyle. Ortamı değiştirmek için girişilebilecek bir müzakere açık uçlu da olabilir. O durumda demir almanın önemi, istimin arkadan geleceği varsayımını içinde barındırır. Diyalog buna yakın: Temeli, kopmuş iletişimin yeniden kurulması. Pazarlıkta ise tarafların birbirlerinden almak istedikleri bir şey bulunduğu varsayılmalı. Müzakere ile diyalogdan daha ileri bir aşamayı betimliyor. Alışveriş ise en somutu.   

“Ne yapmak, nereye varmak istemek?” Bahçeli’nin dolaşıma soktuğu bu sorular da resmi strateji açısından geçerli. Ek soru, “resmi” yönüyle bu stratejinin “devlete ait” (?) olduğu. Yani seçimle iktidar değişse de, yahut mevcut seçilmiş iktidar öyle karar verse de, değil değiştirilmesinin, sorgulanmasının dahi mümkün olup, olmadığı. Stratejinin “başarılı” olup olmadığından bağımsız olarak eğer yanıt “mümkün değil” ise, demokrasiden söz etmek de o denli mümkün değil. 

Amaç nedir? Etkisiz kılmak? Köşeye sıkıştırmak? Burnunu sürtüp, masaya oturtmak? Yalıtmak? Yok etmek? Yok etmekse amaç, neyi kimi yok edeceksiniz? “Son terörist” ise yanıt, son terörist henüz doğmamış da olabilir. Üstelik, tıpkı Hamas örneğinde olduğu gibi, bir “marka” yok edilemez. Tehdit ise ortadan kaldırılabilir. Kaldı ki, terörün tanımı da belirsiz. Belirsiz olmasa, “terörle mücadele” savımız çok daha geniş biçimde kabul görürdü. Yahut şimdiye Avrupa Birliği (AB) ülkelerine vizesiz seyahat ediyor olurduk.

Hukuk dışı uygulamalar terörle mücadele “konseptine” dahil mi? Demirtaş’ta simgeleşen tüm Kürt siyasal hareketi tutukluları ve gözaltındakiler. Kayyum atamalar. Bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit de bu kalemden. Devlet, “terörle mücadele” gerekçesiyle dilediğinde hukuk dışına, “rutin dışına” çıkabilir mi? Çıkarsa, çıktığında bu türden uygulamalar cumhuriyetin tüm yurttaşlarının da haklarının ihlâli anlamına gelmez mi?

Karşılıklı konuşacak taraflar kimdir? Bir tarafı temsilen öne çıkan, iddia ettiği üzere o tarafın istisnasız tamamını temsil yetkisini haiz mi? TBMM’deki üçüncü büyük gruba sahip -haliyle yasal- siyasal parti DEM, terör örgütü PKK adına müzakere edebilir yahut arabuluculuk yapabilir mi? DEM’den böyle bir talepte bulunulabilir, ona böyle bir görev verilebilir mi? 

Tarafların üzerinde konuşacağı konu nedir? Konuşmak üzere anlaşsalar, ne üzerinde konuşacakları hakkında da uzlaşmaları gerekmez mi? Eşit anayasal yurttaşlık, yerel ve yerinden yönetim, tam ifade özgürlüğü, anadilde eğitim vb. varsayalım. Özetle ve öyleyse, demokrasinin mükemmelleştirilmesi, “cumhuriyetimizin demokrasiyle taçlanması” gibi geniş tanımlanabilecek amaçlı böyle bir “müzakere sürecinde” taraf olarak “Kandil” veya “İmralı” işaret edilebilir veya dayatılabilir mi?  

Merhum Mam Celâl (Hafız Esat’la işbirliği eleştirilerine yanıt olarak -mealen) derdi ki: “Ortadoğu’da bakkala girip ürün seçer gibi müttefik seçemezsiniz. Kimi bulursanız, onunla idare edersiniz.” Belki benzer biçimde, Erbil’deki bir sohbetimiz sırasında önde gelen Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) liderlerinden biri de bana demişti ki: “(IKB) Türkiye, İran ve ABD’den ikisinin (zımni) rızası ve birinin de (açık) desteği olmadan bağımsızlığını (hiçbir zaman) sağlayamaz.” Haritaya, haritada nerede durduğuna zihin açıklığıyla bakmak ve topografyanın da bilincinde olmak yaşamsal önemde. Tarihsel bağlamı, kartların dağıtılışını doğru okumak da öyle. Doğru, gerçekler üzerinden (ve zamanında) kurulur.

Dikkat etmişsinizdir, yukarıda sözünü ettiğim IKB lideri Bağdat’ı saymamıştı. Demek ki Bağdat’tan (nihayet) kurtulmaktı zaten derdi. Oysa Türk’le Kürdün arasında ne yapılsa bozulmayan bir “sihir” yahut “ortak kimya” var. Bu savı ikna edici bulmayanlar olabilir. Onlara (tepeden bakan bir tavır benimsemeksizin) cumhuriyet tarihimizdeki tüm ceberrutluklara, hoyratlıklara rağmen Kürtlerin Irak, İran ve Suriye devletlerine gönül bağıyla Türkiye’ye olanı karşılaştırmalarını öneririm.  

Öte yandan, Öcalan’ın ABD eliyle Ankara’ya teslim edildiği 1999’da doğan çocuklar bugün 25 yaşında. En büyük Kürt nüfus İstanbul’da. Türkiye nüfusunun geneline koşut biçimde Kürt nüfusun da büyük çoğunluğu artık metropollerde doğuyor ve yaşıyor. Diyarbakır başta önde gelen Kürt nüfus merkezleri de metropolleşmiş durumda veya o yolda. İnsani gelişmişlik ve altyapı bakımlarından (örnekse) Diyarbakır Erbil’le kıyas kabul etmez, o denli ileridir. 

Tekrar olası taraflara, iktidar odaklarına veya bileşenlere dönelim. DEM, KDP, KYB, KDP, PKK, PYD. Kandil, İmralı, Edirne, “Brüksel” (diaspora), Ankara (“parti”). Erbil, Süleymaniye, Kamışlı. Rojava, Rojhilat, Bakur, Başur. İstanbul, Diyarbakır (“bölge”), Mersin, Adana, Antalya, Muğla, İzmir. Türkiye, Suriye, Irak, İran. Tüm bunlar ve belki neyin kimler arasında konuşulacağı belirlenmeden alt alta konulmalı. Peşine tarih de düşülmeli: 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonundayız. “Yekpâre geniş bir anın parçalanmaz akışında” değiliz.

Sonuç olarak Kürt Sorunu cumhuriyetimizin demokratikleşmesi meselesinin bir belki başlıca boyutu. Erdoğan’la yahut herhangi bir islâmcıyla bir arpa boyu demokratikleşme yolu yürünemeyeceği ortada. Türkiye’nin her şeyi bozuk, tek Kürt Sorunu düzelmiş olamaz herhalde. Dolayısıyla ve hele bu başkanlık rejiminin sağladığı olağanüstü yetkiler varken, Erdoğan dönemi seçimle kapandığında ardından yerine gelecek liderin ortaya koyacağı siyasal irade üzerine yatırım yapılacak en sağlam varlık.

Geçen yazımda belirttiğim üzere yarın akşam İmamoğlu yeniden İBB Başkanı seçildiğinde kendiliğinden “adaylaşacak.” Her siyasal eğilimden demokrat yurttaşın umuduna dönüştüğü denli Kürt siyasal hareketinin de başat muhatabı o olacak. Söylenenler ne olursa olsun esasen DEM, Esenyurt’ta aday çıkarmayarak İBB seçiminde İmamoğlu’na ciddi bir kolaylık sağladı. Başkanlık rejiminde partiler ikincil önemde, adaylar ve onların çevresindeki ekipler, kampanya mekanizmaları daha ön planda. Duyurulmasa da “yeni cumhuriyetçilik” gibi bir iddiayla 1 Nisan’dan itibaren yola çıkacak İmamoğlu Kürt yurttaşların da akıllarını ve yüreklerini kazanmayı başaracaktır.