Sizler bu yazıyı okurken seçime saatler kalmış olacak. Bazılarınız belki de oyunu kullanıp geldikten sonra okuyacak bu yazıyı. “Az kaldı”, “son düzlük” filan derken, seçim günü geldi çattı işte. “Sokaklar hareketlenecek mi?”, “beklenenler alana inecek mi?”, “işaretler, mektuplar, sürprizler olacak mı?” soruları kimseyi tatmin edecek cevaplar bulmadı. İktidar ve muhalefet tabanındaki “yorgunluk” yüzünden, seçimin kendisi de alana çıkan aktörleri de heyecan üretemedi. Sonuç ne olursa olsun, son yılların- hatta belki tüm zamanların- en sönük ama daha önemlisi “bir sözü olmayan seçimi” olarak kayıtlara geçecek. Bütün aktörlerin söz yerine icraat imalarıyla kampanya yürütmeye çalışması bu yüzdendi. Sonuçların şaşırtıcı olup olmaması veya beklentileri karşılayıp karşılamamasına bakılarak yine “milat” yakıştırmaları söz konusu olabilir. Elbette “bundan sonraki Türkiye” konusunda önemli işaretler -kimin önü açıldı, kimin işi bitti- hakkında yüksek değerlendirmeler yapılabilir. Ancak bunların hiçbiri, seçim sürecine dair olmayacak. Kimsenin dilinde olmadığı gibi, dinleyenlerin de aklında aklında bir “söz” kalmayacak.
Geçen yılki seçimde, -anne sözü dinleyerek biraz kalın çizgili- iyimser ve umutlu olmaktan herhangi bir pişmanlığım yok. Tercihlerimi -bazen “lafı uzatmak” sayılsa da- gerekçeleriyle yazmaya, söylemeye çalıştığım için, neyi niye istediğim, neyi niye umduğum meselesinde karanlıkta kalan bir taraf da yok. Benim anladığım ve gözlediğim siyaset açısından, umutsuzluğun bir seçenek olduğu kanaatinde hiç olmadım zaten. En kullanışlı “başarı akıllarını” ve en iyi “tahminleri” yapmak gibi kişisel bir iddiayla çok ilgili değilim. Bu yüzden 2017 Referandumu öncesinden itibaren hemen her seçimden önce, nasıl bir sonuç olabileceği hakkında, mevcudun sınırlarına bağlı kalmadan, “değişim ihtimalini” de düşünerek fikrimi söylüyorum. Neden öyle istediğimi ve neden böyle olabileceğini düşündüğümü, “tutturma” garantisi veya “tarafsızlık” kalkanı kullanmadan yazıyorum. Siyasetin müsabakalardan ibaret olmadığını ise hiç aklımdan çıkarmıyor ve dilim döndüğünce hatırlatıyorum.
31 Mart 2024 yerel seçimi için tahminim, 2019’un 31 Mart tablosunun “kısa özetinden” çok farklı olmayacağı şeklinde. Bazı büyük şehirlerde kazanan taraf değişebilir, bir yer el değiştirir, bir başkası alınabilir. İl merkezlerindeki oy oranları, adayların destekleri ve partilerin yüzdelerinde de ayrıntılı bakmayı gerektirecek önemli hareketler gözlenebilir. Ancak 2019’un iktidar ve muhalefet açısından verdiği genel resim, üç aşağı beş yukarı aynı kalacak gibi duruyor. Bence iktidar, geçen yıl muhalefet üzerinde yaratabildiği etkiyi, ezici bir rövanşa çeviremeyecek; dolayısıyla kendi sıkıntısı da başkalarına yaşattığı da devam edecek. Muhalefet ise bütün sorunlara rağmen kazanabildiklerinden geriye düşmeyecek, olanı koruyacak -belki bazı merkezlerde geliştirebilir- ama onlar da kendilerinin ve memleketin bütün sıkıntılarını halledemeyecek. İktidarın -İstanbul başta olmak üzere- büyükşehirleri “geri alma” iddiasının karşılanamaması bir tür yenilgi tekrarı ama bunun devamının nasıl geleceğini seçim sonuçlarına yapılan muamelenin detayları belirleyecek.
2019’un benzeri bir sonuçla karşı karşıya kalmak, iktidarın yapısal sorunlarının artarak devam ettiğini gösterir. Zaten kampanya sırasında bunun işaretlerini fazlasıyla gördük. Erdoğan, “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” sözünün sahibi olarak daha önceki yenilgisini fazla zorlanmadan telafi edebilmişti. Yenilgi tekrarı biraz ağır gelebilir ama yine de “yolun sonu” gibi bir muameleye izin vermemesi mümkün. Çünkü başta İstanbul olmak üzere büyükşehirler, uzun süredir zaten AKP’nin sürükleyici dinamiklerinden kopmuş durumda. Eğer tüm ülkeye yayılan büyük bir oy kırılması ortaya çıkmazsa, -ki böyle bir işaret görünmüyor- sadece büyük şehirleri kaybettiği için bir erken seçim gündemi oluşması düşük olasılık. Fakat seçim ertesi ve özellikle anayasa değişikliği meselesi konusunda yeni bir oyun planı gereksinimi ortaya çıkabilir. Bu alandaki kararlarını oluştururken -her zaman olduğu gibi- kendi aldığı sonuç kadar karşısındakilere ne olduğu, kapasitesi veya onlar için daha neler yapabileceğine dikkatli bakacaktır.
Daha önceki seçimlerde de sık sık dile getirdiğim üzere, Erdoğan iktidarının yapısal krizi hiç yeni değil. Her konuda olduğu gibi, kendi sorununu da uzun süredir çözemiyor ama “başarıyla” idare ediyor. 2011’de tek başına yüzde elli oy seviyesine ulaşmış bir iktidarın sürekli yeni ortaklar ekleyerek ancak yüzde 40’ların üzerinde tutunmaya çalışması, zaten ciddi yapısal çözülmenin varlığını gösteriyor. 2015 itibarıyla, Cumhur İttifakı’nın taban ağırlığı da belirgin biçimde taşraya kaydı, geçen on yılda iyice kemikleşti. AKP’nin taban sıkıntısının hem nicelik hem de nitelik olarak devam ettiği görülüyor. Ancak ana muhalefet bloku bu yapısal krizle ilişki kuramadığı için, çözülme, merkeze yönelmiyor, aksine iktidarın aşırı ucundan dışarı taşıyor (YRP). Bu sayede iktidar, blok hattını koruyacak biçimde, krizini idare edebiliyor. “Kralı koruyun” talimatı tam karşılık bulmasa bile kutuplaşma hattı sağlam kalıyor. Erdoğan da iktidar ittifakının “bizi bırakma” dediği, vazgeçilmez aktör olmayı sürdürüyor.
Muhalefet, iktidarın tutamadığı büyükşehir dinamiğine liderlik etmekten ya da ona yeni tercih ve cevaplar üretmekten veya daha geniş alana taşımaktan ziyade, iktidar aleyhine gelişen “kendiliğinden” tepkinin üzerinde kalmaya devam ediyor. Aktör performansları da, bu potansiyeli toparlanma (tutma) kapasitesine göre ölçülüyor. Neredeyse on yıldır, herkesin katkısıyla evinde tutulan kararlı bir tepki, her seçimde muhalefeti büyükşehir ve kıyılarda “çoğunluk” yaptı. Yarın da öyle olacak. Çünkü birçok nedenle tadı ve hevesi kaçmış, ilgisini kaybetmiş olsa bile, muhalefet seçmeni “eldekini de vermenin” maliyetinin büyük olacağına, iktidar seçmeninden daha fazla ikna oldu. Ancak Prof. Seda Demiralp’in yönetiminde İstanpol tarafından yapılan taze bir araştırmanın gösterdiği üzere iktidar ve muhalefet seçmenini ortak kesen siyasi tıkanma, her iki taraf açısından da “skoru korumakla” halledilecek bir mesele gibi durmuyor. “Bu zorlu koşullarda yapısal sorunların yüzdürülebilmesi de az şey değil” fena bir avuntu sayılmaz.
Seçim sonucu, muhtemelen iktidar ve muhalefet dengesi ve bu iktidarın değiştirilebilme ihtimali konusunda, bütün hesapları değiştiren şaşırtıcı etkiler yaratmayacak. En azından bu konudaki abartılı iddiaların öngörü olmaktan daha çok kampanya faaliyeti olduğunu düşünüyorum. Hesaplar, seçim sonucundan sonraki başka gelişmelere bağlı olacak. Bu nedenle, genel tablo aynı kalsa bile, partiler ve giderek şahsileştirilen siyasetin bütün aktörleri açısından seçimin kritik eşik olabileceği ortada. Bu etkilerin şimdiden görüldüğü aktörlerin başında DEM ve daha genel olarak Kürt siyasi hareketi geliyor. Epeyce uzun bir süredir -ağırlıkları yer değiştirse bile- farklı kanatları ve fonksiyonları birlikte sürüklemeye çalışan alan, şimdiden fazla hareketlenmiş görünüyor. Tartışma başlıkları ve tercih farkları hiç yeni değil ama ifade edilişi daha net, daha kalın çizgili ve “yen içinde kalmayan” hale gelecek gibi. Daha şimdiden aşırı spekülatif hamleler için bereketli bir zemin oluştu.
Bu seçimin, başka bazı aktörler (ve partiler) için de genel manzaradan daha dramatik sonuçlar vermesi olası. İstanpol araştırmasının da gösterdiği üzere “siyasi apati”, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de şahsileşme ve aşırılaşmayı artıran (şişiren) bir etki yaratıyor. Bunun doğal sonucu olarak bizzat kendilerini bir siyasi imkan ve argüman haline getirmeye kalkan aktörler, karşılayamadıkları vaatler yüzünden umduklarından daha kolay tasfiye olurken, yeni “gürültücüler” çok çabuk zemin tutuyor. Sığlaşan siyasette geçici pozisyonlara çok yüksek anlamlar yüklenmesine sık rastlıyoruz. Bu seçimde YRP ve ZP’nin, anketlerde öngörülen kadar olmasa bile dikkat çekici atak yapmaları mümkün ama belirleyicilikleri konusunda karar vermek için fazla erken. Benzer bir acelecilik için, geçen yılın “milliyetçi oylarda patlama” fenomeni örnek verilebilir. Muhtemelen MHP, İYİP ve ZP (hatta BBP) toplamı, 1999 MHP oylarının bile altında kalabilir. Aşırı stratejik özne olmaya zorlanan seçmenin tavrı nedeniyle, “yüzde bir oy bile önemli” argümanının eski gücünü koruması zor. Fakat seçmen, “oy veren” değil “oyu alınan” pasif özne sayılmaya devam edecek gibi görünüyor.