Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun bir üst düzey haftası daha geride kaldı. Eylül ayının üçüncü haftasında New York’ta geleneksel olarak cereyan eden diplomasi trafiğini yaşayanlar bilir: Devlet ve/veya Hükümet Başkanlarının uluslararası ve bölgesel konularda verdikleri temel mesajlar, Genel Kurul marjında düzenlenen çok taraflı ya da ikili toplantılar, yan etkinlikler, liderlerin basın toplantıları, düşünce kuruluşları ya da iş çevreleriyle buluşmaları küresel nabzı bir an için tutmanıza imkân vermekle birlikte, bu yoğun diplomasinin somut etkileri ve kalıcılığı sınırlıdır. Üst düzey heyetler New York’tan ayrıldığında bunu daha iyi hissedersiniz. Çok taraflı diplomasi rutin sessizliğine geri döner, kendi dayanıklılığını arttırmanın yollarını bulur. Gerçek sorunlara çözüm için hareketli bir haftanın rüzgârı yeterli değildir.
BM Milenyum Zirvesi ve mevcut ulusararası ortam
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in başkanlığında bir heyetle katıldığımız 2000 Yılı BM Milenyum Zirvesinden bu yana çeyrek asır geçti. Uluslararası konularda umutlu bakışlar azaldı. Daha zor bir dünyada yaşıyoruz. Sınamalar çeşitlendi, karmaşık bir nitelik kazandı. Küresel ve bölgesel belirsizlikler arttı. Popülist liderler ağı genişledi. Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler zemini zayıfladı. BM umudun yeşerdiği zemin olmaktan uzak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında bir heyetle katıldığımız BM’nin 80’inci Genel Kurulu ile Beyaz Saray buluşması etrafında geçtiğimiz haftanın diplomasi açısından yaşananların öne çıkan yanları ne oldu, liderler düzeyinde verilen çarpıcı mesajlar hangileriydi, atılan anlamlı adımlar var mıydı? Son gelişmelere geniş bir çerçeveden bakmanın ve kısır döngü içerisinde kalmadan geleceğe yönelik genel nitelikle birkaç saptama yapmanın yararlı olabileceğine inanıyorum.
Bu çerçevede öne çıkan beş başlık var.
1. Türkiye-ABD İlişkileri
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Beyaz Saray’da ABD Başkanı Trump ile görüşmesi, ayrıca Başkan Trump’ın önde gelen Müslüman ülke liderleriyle Gazze konusunu ele aldığı New York’taki toplantı birçok açıdan önem taşıdı. İki toplantıyı birlikte zikretmemin nedeni Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri salt ikili bir çerçeve kapsamında değil, küresel ve bölgesel boyuta yerleşen ve etki yaratabilen yönleriyle ele almanın önem taşımasından kaynaklanıyor. Rusya-Ukrayna Savaşından Avrupa Güvenlik Mimarisinin geleceğine, Orta Doğu’nun kaotik güncelinden Güney Kafkasya’nın yeni açılımlara fırsat sağlayan zeminine Türkiye’nin jeopolitik konumu günümüzde daha da çarpıcı bir nitelik kazandı. Küresel ve bölgesel zorlu sınamalar karşısında Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanabilecek olumlu bir ivmenin zararı değil, yararı olur. İkili ilişkilerde sorunlu konular var, bunların çözümü yolunda sağlanabilecek ilerleme eksi değil, artı teşkil eder. Dış politikada ciddi eleştiri konusu olabilecek birçok husus dile getirilebilir. Bununla birlikte, Türkiye’nin dış politika vizyonunun temel taşlarını her zaman hatırda tutarak sınamalara bakmakta yarar var. Barış, istikrar ve refah yolunda Türk dış politikasının geleneksel çizgisinin korunması ne kadar doğru ve gerekliyse, ABD Yönetimi aleyhtarı bir anlayış da o denli yanlış ve gereksizdir. Her iktidar için Beyaz Saray buluşmaları Türk dış politikasında her zaman önemli bir andır.
2. Filistin Devletinin Tanınması
Filistin’in başta İngiltere ve Fransa tarafından tanınması son derece önemlidir. Özellikle Fransa’nın attığı adım birçok açıdan anlamlıdır. Avrupa’da yaşayan en büyük Müslüman nüfusu Fransa barındırır. Keza Museviler açısından Fransa benzer bir konumdadır. Cumhurbaşkanı Macron’un attığı adımın Fransa iç politikasındaki yansımaları izlemeye değer olacaktır. Öte yandan, Fransa’da aşırı sağın liderlerinin Macron’a yönelik eleştirilerinin zeminini Avrupa Birliği içerisinde yükselen aşırı sağ akımların görmeyi arzu ettikleri Avrupa idealinden ayırmamak gerekir. Esasen Avrupa’nın geleceğine yönelik en büyük tehlike evrensellikten giderek uzaklaşan, temel ilke ve değerleri yadsıyan, kimliği dışlayıcı tanımlayan, hukuki gerçekleri ve etik boyutu terk eden bir anlayışın yerleşmesidir. Filistin Devletinin tanınmasının Avrupa ülkeleri açısından bu anlamda bir test olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
3. Trump’ın BM Konuşması
Üçüncü başlık, ABD Başkanı Trump’ın bir saate yakın süren BM Genel Kurulu açılış konuşması:
Trump’ın bir saate yakın süren BM Genel Kurulu açılış konuşmasında BM’yi ve Avrupa’yı hedef aldığı, dünyaya ders verdiği vurgulanan konuşmanın aslında şaşırtıcı olduğu söylenemez. Geçtiğimiz Şubat ayında Münih Güvenlik Konferansı’nda Başkan Yardımcı J.D. Vance’nin konuşmasının yarattığı şok etki hatırlarda. Şoklara herkes artık alışmış olmalı. ABD Yönetiminin dünyaya bakışı açık. Vaşington’a giden liderlerin nasıl bir cambazlık yaparak transatlantik camianın ruhunu kurtarmaya çalıştıkları hafızalarımızda canlı. İniş çıkışlar, politika ayarları yaşanabiliyor. ABD Başkanı’nın Rusya-Ukrayna savaşı boyutunda değişebilen söylemini izlemek yeterli.
4. Fransa-İngiltere Dinamiği ve NATO
Türkiye’nin Avrupa vizyonunun temel parametreleri içinde Fransa-İngiltere dinamiğini daha iyi nasıl değerlendirebileceğimizi düşünmeliyiz. Almanya’nın kilit ülke konumunu da dikkat alacak şekilde bunu sağlamanın yollarını aramalıyız. Böyle bir arayış Transatlantik boyutun güçlenmesine de katkı sağlayabilir. Önümüzdeki yıl ev sahipliğini yapacağımız NATO Zirvesi Türkiye’nin dış politika hamleleri bakımından önemli bir perspektif sağlamıştır.
5. Türkiye’nin jeopolitik konumu
Güçlü bir diplomasi geleneğine, gelişmiş bir diplomasi ağına sahibiz. Dışişleri Bakanlığında on yıllarca birlikte çalıştığım meslektaşlarımın bu geleneği yaşatmak için ellerinden geleni yaptıklarına kuşkum yok. Bununla beraber iç ve dış politika gündemi sorunlarla dolu. Ekonomik zorluklar, daralan özgürlükler, adaletsizlik ortamı içeride insanları bunaltmış durumda. Küresel ortama baktığımızda ise savaşlardan, güç gösterilerinden, tek taraflı anlatı ve içi boş vaatlerden, kavgalardan uzak kalmak, daha iyi bir gelecek için yeni bir solukla yaşama tutunmak, yaratıcı olmak yoğun bir çaba gerektiriyor.
Barışın daimi aktörü olabilmek
Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı travmanın doğurduğu uluslararası birçok girişim oldu. 1919’da Versay Barış Antlaşması imzalandıktan kısa süre sonra kalıcı bir barışın sağlanamayacağını, savaşa yol açan zihniyetin değişmediğini, daha büyük bir yıkıma yol açacak yeni bir savaş ihtimaline dikkati çekenler eksik değildi. İki Dünya Savaşı arası döneme, Milletler Cemiyeti deneyimine, barış çabalarına özellikle de 1930’lu yılların ortamına sıkça geri dönüp bakılması boşuna değil. Günümüz koşullarının ne gibi felaketlere yol açabileceğini anlamak, maceralardan uzak kalmak ve barışın daimi aktörü olmak büyük önem taşıyor.
Sürekli Çaba Gerekiyor
İlk sayısı 1923 yılı Şubat ayında yayınlanan ve yayın hayatını hala sürdüren “Avrupa” dergisinin iki Dünya Savaşı arasındaki sayılarına göz gezdirirken, barış arayışlarının ve vizyon dolu mesajların samimiyetini özlüyorsunuz. Romain Rolland’ın öncülük ettiği bu dergi, Zweig, Gide, Gorki, Troçki, Tagore, Gandi gibi isimlere sütunlarını açmış. İlk sayısında René Arcos’nun neden “Avrupa” sorusuna getirdiği izah dikkat çekici:
“Bugün Avrupa diyoruz çünkü Doğu ile Yeni Dünya arasında bulunan geniş yarımadamız uygarlıkların kesiştiği yerde. Ama biz tüm halklara hitap ediyoruz Mümkün olduğu kadar çok sayıda ülkenin yetkin sesine kulak vermek istiyoruz, onları birbirlerine karşı getirmek için değil, çok sayıda görüş toplamak için de değil, insanları bölen trajik yanlış anlamaları ortadan kaldırmaya yardımcı olmak umuduyla bunu yapıyoruz”.
Barış yolunda çaba göstermek süreklilik istiyor, vizyon gerektiriyor. Sekseninci BM Genel Kurulu’nun barış yolunda anlamlı bir katkı getirdiğini söylemek zor olsa gerek.