Yeni çatışmalar, yeni dünya düzensizliği ve Hindistan-Pakistan krizi

Uluslararası ve bölgesel düzeyde sarsıcı gelişmeleri her gün izliyoruz. İsrail’in İran’a saldırısı, Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş, Gazze trajedisi ve bunlarla birlikte Hindistan-Pakistan krizi bunlardan… Ortak yanları var mı? Kurallara dayalı uluslararası düzeni sarsmaları, sorunlara kalıcı çözümlerden uzak kalmaları, büyük belirsizliklere yol açmaları ve yeni felaketleri doğurabilen nitelikleri.

Birçok yönüyle alışamadığımız, anlamakta zorlandığımız bir dünyada yaşıyoruz. Rasyoneli zaten unuttuk. Diplomasiye en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir çağdayız.

Ulusal popülist söylemler, tehdit ve güç gösterileri, insani boyuta karşı kayıtsızlık, tek taraflı davranışlar, çok taraflılığın çaresiz çırpınışları arasında hareket alanlarını sürekli genişletmekte. Temel sorun belki de günceli nasıl düşünmeliyiz noktasında.

Şiddet ve nefret üzerine çalışmalarıyla bilinen düşünür Marc Crépon’un “Ulusçuluğun Hayaleti” başlıklı yeni kitabında önerdiği gibi belki de “günceli düşünmek için onun hemen yakınından kaçabilmek gerekir. Neden mi? Çünkü o anda olanın yarattığı baskı ve miyopluk, günceli anlaşılır kılmak yerine görünür olmaktan çıkarır ve uzaklaştırır”.

Farklı coğrafyalara bakış

Yalnızca Avrupa bakımından değil farklı coğrafyalar için de böyle bir yaklaşım daha sağlıklı görünüyor. Özellikle tarih ve coğrafyanın, inanç, kültür ve geleneklerin karmaşık olduğu, iç içe geçtiği diyarlar söz konusu ise. Yaşadığınız, belirli bir zaman kesitinde sorumluluk üstlendiğiniz, sizde iz bırakmış, kalbinizin ve zihninizin bir köşesinde sağlam bir yer edinmiş coğrafyalar olduğunda bunu daha iyi hissediyorsunuz. Kalıp ve önyargılı olabilen bakışların, değer yargılarının dışında kalarak, olaylara güncelin baskısı olmadan bakma ihtiyacını duyuyorsunuz.

Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan ve iki ülkeyi bir kez daha savaşın eşiğine getiren yüksek gerilime biraz bu anlayışla yaklaşmak istedim. “Dört Gün Savaşı” olarak da zikredilmeye başlanan olayları belki de sıcağı sıcağına değerlendirmekten kaçınmak doğru geldi.

Pakistan’da 2007-2009 yılları arasında Büyükelçi olarak görev yaptım. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban-Ki-moon’un Pakistan’a Yardımdan Sorumlu Özel Temsilcisi olarak 2010-2011 yılları arasında İslamabad’a yeniden döndüm.

Barışın, istikrarın, huzurun yerleşmesi temennisini içten arzuladığım bu geniş coğrafyaya daha fazla zaman ayırmanın ve salt gerilim olduğunda hatırlamamanın önemine inanıyorum.

Pakistan Türkiye için ayrı yerde

Pakistan’ın Türkiye için ayrı bir yeri var. Güney Asya coğrafyasının ötesinde, Orta Doğu ve Körfez, Orta Asya boyutlarıyla, İran ve Afganistan jeopolitiğiyle, Çin Halk Cumhuriyeti’nin stratejik bakışının aynasıyla, ABD ve Suudi Arabistan boyutuyla Pakistan’ı en iyi değerlendirebilecek bir konumda Türkiye.

Diplomasimizin ister Türkiye-Pakistan-Afganistan Zirveleri ister Asya’nın Kalbi Girişimi olsun bugüne değin atmış olduğu adımlar, bölgesel sahiplenme dinamiğine ivme kazandırmayı amaçlayan yaklaşımı bu çerçevede kayda değer olmuştur.

Türkiye ile Pakistan arasındaki istisnai dostluğun ve beraberliğin bölgede barış, istikrar ve refaha yerleşen güçlü bir anlamı var. Bu durum, Hindistan ile ilişkilerimize verdiği değeri azaltmaz. Hindistan’ın küresel konumunun ne denli önem taşıdığı açık. Pakistan ve Hindistan arasında barış ve işbirliği olması, iki ülke ilişkilerinin her alanda gelişmesi Türkiye açısından büyük önem taşır.

Öte yandan, Türkiye’nin Keşmir konusundaki tutumu ilkeli ve öteden beri tutarlı bir çizgide olmuştur. Keşmir halkının iradesi ve uluslararası hukuk zemininde meseleye yaklaşılmalı.

Alt Kıta’nın zengin birikimi

Alt Kıta tarihinin, İndus Nehri etrafında binlerce yıla uzanan uygarlık mirasının, inanç ve kültür coğrafyasının derin izlerini dikkate almadan mevcut sorunları anlamak, çözüm yolları üzerinde durmak yetersiz kalır. Pakistan ve Hindistan arasındaki ilişkiler bağlamında siyasi tarihin, etkili aktörlerin özgün yönlerini de öne çıkarmak gerekir. Bir dönem Dışişleri Bakanlığı öncülüğünde düşünce kuruluşlarımızla başlatılan Afganistan Düşünce Platformu benzeri bir girişimi daha geniş bir yelpazede ve enerji, iklim değişikliği, arabuluculuk uzmanlarımızla Güney Asya boyutunda başlatmalıyız.

Daha dar bir çerçevede, Hindistan ve Pakistan arasındaki müzakerelerin geçmişi üzerinde yeniden durmak, her iki ülkenin bağımsızlıklarına kavuştuğu 1947’den bugüne kadar gelen süreçte iki ülke arasında yaşanan savaşlar bağlamında ya da önemli başlıklarda gerçekleşmiş müzakerelerin nasıl bir şablona yerleştirilebileceğine bakmakta yarar var.

Böyle bir egzersize temel olabilecek birçok çalışma mevcut. Bunlardan biri “Hindistan-Pakistan müzakereleri: Geçmiş hala bir başlangıç mıdır?” başlıklı, Dennis Kux adında bölge uzmanı bir Amerikalı diplomatın ABD Barış Enstitüsü için hazırladığı ve 2006 yılında basılmış Oxford yayını ince bir kitapta bulmak mümkün.

Müzakere sürecine yeniden bakmak

Kux, müzakereleri üç kategoride ele alıyor: (1) sorun çözmeye yönelik müzakereler; (2) çatışma sonrası normalizasyon müzakereleri; (c) görüşme yapmak için görüşmeler.

Birinci kategoride, başarılı bir müzakere örneği olarak İndus Nehri Suları Antlaşması ana hatlarıyla inceleniyor. Müzakereler tam sekiz yıl (1952-1960) sürmüş. Dünya Bankası’nın arabuluculuğu her iki taraf bakımından tatmin edici bir sonuç alınmasında önemli bir rol oynamış. Başarısız kalan müzakereler bakımından ise Keşmir konusunu ele almış. Bir çözüm olmasına her iki ülkenin de istekli olduğunu ama bu çözümün yalnızca kendi belirledikleri tutum doğrultusunda olabileceğinde kararlı olan Hindistan ve Pakistan’ın anlaşmalarının mümkün olmadığı anlatılmakta ve müzakere pozisyonları özetlenmekte.

İkinci kategoride, 1966’de Sovyetler Birliği’nin himayesinde gerçekleşen ve Rus Dışişleri Bakanı Kosigin’in öne çıktığı Taşkent müzakereleri ile 1972 Simla Zirvesi ele alınıyor. Taşkent ve Simla, Hindistan ile Pakistan arasında yaşanan savaşlar sonrasında gerçekleşen Zirveler.

Üçüncü kategoride ise, 1999 Lahore ve 2001 Agra görüşmeleri üzerinde durulmakta.

“Dört Gün Savaşı” ve daha tehlikelisi

Daha yakın tarihlere gelindiğinde yaşananları bu şablona yerleştirmek mümkün. Müzakere süreçlerinin ürünü olan ortak deklarasyonları, antlaşma metinlerini, anlaşamaya varılmamışsa müzakere pozisyonlarını, siyasi beyanları, ezcümle eski metinleri okursanız, Pakistan ile Hindistan arasındaki ilişkilerin dinamiğini daha iyi anlarsınız.

Son çatışmanın eskilerinden farklı olduğu noktaların da iyi anlaşılması gerekiyor. Bu farklılıklara dikkat çeken analizler oldu. Örneğin Le Monde gazetesinin 16 Mayıs tarihli nüshasında kapsamlı bir değerlendirme yapan Christophe Jaffrelot bu farklılıkları isabetli bir şekilde özetledi: Birincisi, son krizin 1950 Anayasası’nın garanti etmesine karşın Cemmu-Keşmir’e otonomi sağlayan statünün 2019’dan kaldırıldığı bir ortamda gerçekleşmiş olması. Bunun Hindistan tarihinde bir ilki oluşturduğunu söylüyor Jaffrelot.

İkincisi, 22 Nisan’daki Pahalgam saldırısı sonrasında Hindistan’ın Pakistan’ı sorumlu tutarak verdiği karşılığın daha önce benzerinin olmadığı bir çapta gerçekleşmiş olması. Bir başka yeni unsur ise, Hindistan’ın İndus Nehri Suları Antlaşması’nın Hindistan tarafından tartışmaya açılması ve askıya alınması.

Barış, işbirliği ve istikrarın aktörü olmak

Jaffrelot’nun vardığı sonuç ilginç: Pakistan’ın Hindistan’a nazaran göreli olarak daha az izole olduğunu, hiçbir ittifaka katılmadan ortaklıkları arttıran Hindistan’ın belki çoğul taraflılığın (plurilatéralisme) sınırlarına ulaştığını ileri sürüyor. ABD Başkanı Trump’ın son olaylarda Hindistan ve Pakistan’a eşit bir temelde yaklaşmasının kayda değer olduğunu belirten Jaffrelot, Çin Halk Cumhuriyeti-Pakistan dayanışmasının bu kere daha çarpıcı olduğuna işaret ederek mevcut durumun daha büyük krizlere yol açabilecek nitelikte olduğunu ifade ediyor.

Hindistan’da Türk malları/şirketleri/turizmi aleyhinde kampanya başlatılması da son krizin ilkleri arasında. Türkiye bu gelişmeler karşısında sağduyulu bir yaklaşım içindedir. Bu kampanyaya birebir karşılık vermeyi tercih etmemiştir.

Sonuç olarak, iki nükleer güç ve bizim açımızdan da kritik geniş bir coğrafyada gelecek için büyük riskler söz konusu.

Türkiye, büyük jeopolitik denklemlerin, sarsıntıların izleyicisi konumunda kalamaz. Barış, işbirliği ve istikrar çabalarının uluslararası camia içerisinde güç kazanmasına katkı vermeliyiz.