Savaş, Orta Doğu haritası ve Avrupa’nın sınırları

Birinci haftası geride kalan İsrail ile İran arasındaki savaş derin kaygı uyandırıyor. Korkulan oldu ve ABD’de savaşa katıldı. Senaryolar çeşitli. Savaşın ne kadar süreceği, nasıl sonuçlanacağı İran nükleer programı etrafında gelişen tartışmayı aşmış durumda. Rejim değişikliği gündemde. İran’ın kritik tesisleri, hedefleri vuruluyor. Şehirleri bombalanıyor. Sivil kayıpları artıyor. İran’ın üst düzey komutanları tek tek öldürülüyor. İran dini lideri Ali Hamaney’in kolay bir hedef olduğunu ancak şimdilik öldürülmeyeceğini sosyal medyadan duyuran bir ABD Başkanı var. “Biz İran’ın hava sahasını tam anlamıyla kontrol ediyoruz” mesajı da aynı kaynaktan. GBU-57 rumuzlu bomba da bu savaşın literatürüne girdi. İran’ın İsrail’e yönelik saldırılarının etkisi ise sınırlı gözüküyor. Demir Kubbeyi aşan füzelerin isabet ettiği yerlerde savaşın yol açtığı yıkımı görmek mümkün. Savaş olmasa da modern iletişim araçlarını yalnızca nefret ve kin dağıtma aracı olarak kullanma alışkanlığına sahip olanlar ise bu fırsatı kaçırmıyor. Avrupa’da görüş birliği yok. Tuhaf bir dünyadayız…

Savaşı Tahran’da yaşamak

İran-Irak savaşının iki yılını Tahran’da eşimle birlikte yaşamıştık.

İlk dış görevimdi. Savaş cephedeydi. Türkiye aktif tarafsızlık politikası izliyordu. Türk Kızılayı Uluslararası Kızılhaç adına savaş esirlerinin değişiminin gözetimini sağlıyordu. Tahran semalarında Irak Mirage uçaklarının gökyüzünde bıraktığı izler hafızamda. Elbruz dağlarından Güneye doğru yayılan Tahran’ın bombalandığı dönemi gördüm. İran uçaksavarlarının sesi ile savaş uçağının bıraktığı bombanın patlama sesini ayırmak zor değildi. Bir keresinde Mirage uçağının neredeyse pilotunu görecek kadar alçaktan uçtuğunu anımsıyorum.

Şehrin kuzeyinde bulunan Büyükelçiliğimiz rezidansındaydım, çok da uzakta olmayan Ayetullah Humeyni’nin ikametgahının hedef alındığının kısa dalga radyodan dinlediğim BBC aynı akşam ilk haber olarak vermişti. 1987’de Füzeler savaşı başlamadan Tahran’dan ayrılırken İran’ın Kerbela harekatları devam ediyordu.

Sonra kendimi birden Kuzeyin Venedik’i olarak bilinen Bruges’deki Avrupa Koleji’nde buldum. Türkiye, 14 Nisan 1987’de o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusunu yapmış, belki müzakereler açılır düşüncesiyle Dışişleri Bakanlığı genç diplomatlar arasından AB uzmanı yetiştirme kararı almıştı.

Büyük fotoğrafın mıknatıs etkisi

İster Rusya-Ukrayna, ister İsrail-İran savaşı ya da Hindistan-Pakistan savaşı olsun, aslında zihnin coğrafyası tek bir bölgeye kilitlenmiyor. Büyük fotoğraf dediğimiz görüntüyü zihnimiz de canlandırıyor, birbirleriyle ilgisiz gibi gözüken ama iç içe geçen birçok hadiseyi bir şekilde kendi ekranınıza taşıyorsunuz. Elbette, herşeyden önce insan olarak Gazze’nin dramı bizi kahrediyor. Ayrıca savaşların yeni teknolojilerle nasıl değiştiğini, daha da büyük felaketlere nasıl yol açtığını görüyorsunuz. Bazılarının “şimdi bunları konuşmanın zamanı mı?” diyeceği, daha derin sorgulamaları da düşünmeden edemiyorsunuz. Öte yandan, iç ve dış gündemin yoğunluğu karşısında Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor sorusunu sormadan edemiyorsunuz.

Yirmi birinci yüzyılın ikinci çeyreğine girdik. Küresel ve bölgesel sarsıntıların hız kesip kesmeyeceğini bilmek zor. Orta Doğu’nun haritası değişiyor. Avrupa’nın sınırlarının akıbeti belirsizliklerle dolu. Kastım elbette coğrafi sınırlar değil yalnızca. Kimlik sorunsalı, siyaset zemini, demokrasi, liberalizm, otoriterleşme, popülizm gibi aceleyle kullanma alışkanlığını edindiğimiz kavramların sınırlarını da yeniden tartmak gerekiyor.

Değişen dünya, yeni arayışlar

Jeopolitiğin hâkim olduğu, kural tanımazlığın bayağılaştığı, insani mülahazaların terk edildiği, esasen herşeye jeopolitik kılıf giydirildiği bir ortamın baş döndürücü sarmalındayız. Transatlantik camiadan söz etmek mümkün değil. Son olarak Kanada’nın ev sahipliğinde yapılan G-7 Zirvesinde de gördük. Hiçbir platformun işlevselliği kalmadı.

Fas’ın o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olma başvurusunu hatırlayanlarımız vardır. Fas Kralı İkinci Hasan, bundan kırk yıl önce, bu başvurunun anlamını şu şekilde açıklamıştı: “Geçtiğimiz yıl içinde Fas’ın AET’ye tam üye olma yönünde adaylık başvurusunu yaptık. Başvurumuz, geçerli olduğunu düşündüğümüz nedenlere ve değerlendirmelere dayanmaktadır. Bunlardan bazıları ülkemizin coğrafi konumuna bağlıdır bazıları da siyasi ve ekonomiktir. Coğrafi olarak ülkemiz Avrupa’ya çok çok yakındır (…) Cebelitarık boğazı üzerinden sabit bir bağlantı sağlama projesi gerçekleştiğinde Avrupa’ya daha da yakın olacağız…”

Bu başvuru reddedilmişti. Fas Avrupa’da değil denilmişti.

Kanada’nın Avrupa Birliği üyeliği mi?

Şimdi Kanada’nın Avrupa Birliği üyeliği bir süredir gündemde. 2025 yılının Ocak ayında Kanada’nın AB üyeliğinin iyi bir seçenek olacağına dair önce The Economist dergisinde yayınlanan bir analiz, daha sonra Mart ayında Kanada’da yapılan bir kamuoyu yoklamasında çıkan yüzde 44 lehte sonuç ile bu konu tartışma gündemine yerleşti.

Montréal Üniversitesi’nde Profesör Frédéric Mérand’ın eski bir makalesinde vurguladığı üzere, Kanada’nın dış politikasında geleneksel olarak var olan “Kıtacılık” (continentalisme), “Avrupacılık (européanisme) ve “Uluslararasıcılık” (internationalisme) arasında sürekli gerginliğin ötesinde, İkinci Trump Yönetimi döneminde AB’ye olan yakınlaşma arzusu hatta AB üyeliği gibi bir seçeneğe bakılması tebessüm ettiren bir anekdot değil. Bir arayış, bir çıkış yolunun işareti.

Coğrafi olarak Kanada’nın Avrupa ile sınırları olduğu görüşü de yeni değil. Kanada’nın üç Avrupa ülkesi ile sınırdaş olduğunu- Danimarka ile Grönland üzerinden, Fransa ile Saint -Pierre-et-Miquelon hatta Rusya ile Kuzey Kutbu Boğazı- John Kirton’un 2007’de yayınlanan “Değişen Dünyada Kanada Dış Politikası” kitabında okuyabiliyorsunuz

Siyasi düzlemde de yeni ayrımlar

Kanada dünyanın bugünkü gidişatında AB’ye üyelik başvurusu yapar mı? Kanada ile AB arasında mevcut 2016 tarihli Serbest Ticaret Anlaşması, aynı yılda imzalanan Stratejik Ortaklık Anlaşması, güvenlik ve savunma boyutunda giderek artan ve Rusya-Ukrayna savaşı ile daha da derinleşen işbirliği var. Bu tartışmanın ilginç yönü, mevcut konjonktürde aslında hiçbir şeye şaşırmamaya başlamanız. Değişen harita senaryoları yalnızca Orta Doğu ile sınırlı değil.

Siyasi düzlemde de benzer bir durum görmek mümkün. Popülistler ve elitler arasındaki ayırımın yerini Giorgia Meloni İtalya’sı ile “popülist – post popülist” ayrımı alacağa benzer. İtalya Başbakanı birçok derginin kapağında. İtalya’daki durumu liberal popülizm olarak nitelendiren uzmanlar da var.

Esasen liberalizmin geleceği de ilginç tartışmaların konusu. Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir toplantıda, bu konuda çalışmalarıyla bilinen bir yabancı düşünür, liberalizmin esasını tarif ederken “sınırların düşüncesi” ifadesini kullandı. Siyasi ve ekonomik özgürlüklerin, eşitliği, uzlaşının liberalizmin içini doldurduğunu da sözlerine ekledi.

Cumhuriyet mirası ve Atatürk’ün büyüklüğü

İsrail-İran savaşının sıcak gündeminde Orta Doğu haritasına Avrupa’nın sınırlarına bütüncül bakma gereği var. Sekanslar ayrı ayrı yaşanmıyor. Değişik coğrafyalarda tanık olduğumuz fragmanlar birbirinden kopuk değil. Gelişmeler karmaşık bir bütün oluşturuyor.

Türkiye, tarihi, coğrafyası, kültürü ve jeopolitiği ile değişen dünyanın kavşak noktalarından birinde. Riskler eksik değil ama yapılması gerekenler belli. Dirençli bir topluma giden yol hukuk devleti olmaktan, temel özgürlükleri güvence altında tutmaktan, demokrasiyi güçlendirmekten, insan haklarına saygıdan geçiyor. Bu bir ütopya değil bir zorunluluk.

Sonuç olarak, herşeyin altüst olduğu bir ortamda sağduyulu bir bakışı arıyorsunuz. Barış çabalarının samimiyetini sorguluyorsunuz. Sağlam bir dünya vizyonu duymak istiyorsunuz. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in kıymetini her vesileyle daha iyi anlıyorsunuz. Bu miras yıpratılmasın, daha da güçlensin diyorsunuz. Cumhuriyetimize bağlı kalır, Atatürk’ün vizyonuna sadık kalırsak değişim dünyasında yolumuzu kaybetmeyiz.