Yarın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beyaz Saray’da ABD Başkanı Donald Trump tarafından ağırlanacak. Manzaranın bir bölümü tahmin edilebilir: Beyaz Saray çimenlerinde el sıkışan iki lider, tarihsel ortaklığa dair dostane sözler… Ancak Trump çağında sürpriz ihtimali hiçbir zaman göz ardı edilemez. Yine de bir şey kesin Türkiye’de günlerce, Trump’ın ikinci döneminde Ankara’ya yeniden açılan kapının anlamı, Washington’daki protokol ve verilen jestler tartışılacak.
Bu tartışmaya, ziyaretin hemen öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun sözleri de eklendi. Erdoğan’ın “Trump, Ukrayna ve Gazze savaşlarını bitiririm dedi ama bitiremedi” çıkışına yanıt veren Rubio, insanların çıkıp istedikleri şeyleri söyleyebileklerini ama yalnızca Erdoğan değil, pek çok liderin Trump’tan “beş dakikalık el sıkışma” için bile sıraya girdiğini, hepsinin meselelerini çözmek için Trump’la görüşmek istediğini söyleyecekti.
Bu ziyaret (ve kamuoyuna daha şimdiden sızan ayrıntıları) Trump’ın ikinci döneminde uluslararası düzenin öngörülemez bir lider eliyle “al-ver” (ya da çoğunlukla “ver”) mantığıyla yeniden kurgulama teşebbüsünün bir başka örneği: silah satışları, ortak üretimler, tedarik zinciri yatırımları ve ticaret jestlerinin diplomasinin ana para birimine dönüşmesi. Üstelik, Washington’un istediği tavizler tek tek yerine getirilse bile, Trump çağında tek bir yanlış adım ya da ani bir öfke patlamasıyla bütün çabanın boşa gitmesi ihtimali hep var.
Trump’ın “CEO diplomasisi”
Trump dış politikayı bir devlet adamı gibi değil, bir şirket yöneticisi gibi işletiyor. Onun gözünde uluslararası siyaset, değerler ve doktrinlerle değil, bilanço kalemleriyle ölçülüyor. Kimin kasasında ne kadar nakit var, kim hangi üretim hattını açabilir, kim ABD’ye iş ve yatırım getirecek büyük siparişler verebilir? Trump için “iyi müttefik”, demokrasiye sadakatiyle değil, kasasında taşıdığı nakitle ölçülen; değerler üzerinden değil, verdiği sipariş ve açtığı üretim hattıyla kıymet bulan aktör demek. ABD’nin geçmiş başkanları da söylemde demokrat görünmekler birlikte, pratikte Suudi Arabistan gibi otokratik rejimlerle yakın ilişkiler yürütmekten çekinmemişti. Trump’ın bunlardan farkı söylem bazında da demokrasinin artık rafa ve her şeyin nakde indirgenmesi.
Göreve geri döndüğünden beri bunun pek çok örneğini sergiledi. Mayıs ayında yaptığı Körfez turunda Suudi Arabistan’la 600 milyar, Katar’la 1.2 trilyon, Birleşik Arap Emirlikleri’yle 200 milyar doları aşan “mega anlaşmalar” açıkladı. Bu paketler yalnızca savunma sanayi siparişleri değildi; Boeing ve Lockheed gibi devlere iş garantisi sağlıyor, Amerikan finans sistemine de milyarlarca dolarlık nakit girişini teminat altına alıyordu. Trump ile görüşen birçok lider, bu toplantıların ardından büyük uçak siparişleri veya savunma-teknik işbirlikleri duyurdu. Güney Kore 103 Boeing uçağı için yaklaşık 50 milyar dolarlık sipariş verirken; Özbekistan Hava Yolları’nın 22 adet Dreamliner’lık anlaşması 8 milyar doları civarında oldu.
Ukrayna örneği ise bu mantığın öteki yüzüydü. Trump Mart ayında yardımı tek taraflı olarak durdurdu; gerekçesi açıktı: “Amerika bu faturayı tek başına ödeyemez.” Ancak Avrupalı müttefikler Amerikan silahları satın alarak finansmana ortak olmayı kabul ettikten ve Ukrayna değerli madenler anlaşmasını imzaladıktan sonra yardımlar kısmen yeniden başlatıldı. Böylece Washington, değerler ve normlar üzerinden değil, nakit akışı ve mali paylaşım üzerinden strateji kurduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Ancak tüm bu anlaşmaların toplam bütçesi, ABD’nin mevcut ekonomik sorunlarına ve dış ticaret açığına derman olmaktan çok uzak. Gerçeklerin değil algının toplumları yönettiği çağımızda Trump’ın ulaşmak istediği de tam bu: Amerikan halkına ikili ticaretteki bu atılımlar üzerinden ABD’yi yeniden seçimlerde söz verdiği gibi büyük yapacağına inandırmak. Servetini emlak baronluğundan edinmiş bir milyarder olarak, Amerikan ekonomisini bu al-ver düzeniyle düzelteceği algısına oynuyor.
Erdoğan ve Trump, bu yıl ilk olarak 24 Haziran'da Lahey'de yüz yüze görüştü
Beyaz Saray’a giden yol
Şimdi ise Ankara Trump ile masaya oturmaya hazırlanıyor.
Trump cephesinde bu görüşmeden beklenti net: içeride “iş ve yatırım” diye pazarlanabilecek, hızla imzaya dönüşecek somut kalemler. Beyaz Saray’ın gözü özellikle Boeing hattında satışlara, sivil havacılık siparişlerine ve ABD savunma stoklarını zorlamayacak teslim takvimlerine çevrilmiş durumda. Boeing’in sivil havacılık siparişleri, savunma sistemlerinin aksine Kongre denetimine tabi değil. Bankalar üzerinden peşin taahhütlü ve Amerikan finans sistemine doğrudan ve hızlı nakit girişi demek.
Trump, “iyi müttefiklerin” kendisine karşılık olarak gümrük duvarları örmesini istemiyor. Erdoğan da Washington’a gitmeden önce bu konuda açık bir jest yaptı: 2018’den beri ABD menşeli viskiden otomobile, kozmetikten sigaraya kadar pek çok ürüne uygulanan ek gümrük vergilerini kaldırdı. Söz konusu vergiler, Trump’ın ilk döneminde Türkiye’den ithal edilen çeliğe ve alüminyuma ek vergi koymasına misilleme olarak getirilmişti. Şimdi bu ek yüklerin kaldırılması, ABD ürünlerine Türkiye piyasasında yeniden rekabet avantajı sağlıyor.
Ankara’nın beklenti listesinin başında ise F-16 tedariki ve mevcut filonun modernizasyonu var. Trump’ın Erdoğan ile görüşeceğini duyurduğu metinde F-35’i zikretmiş olması, masada bu konunun da açılacağı anlamına geliyor. Erdoğan, bölgesel boyutta ise Gazze ve Suriye’de Türkiye’nin ağırlığının kabul görmesini de masaya koymak istiyor. En önemli hedef ise Suriye dosyası konusunda Trump’ın desteğini kazanmak ve Suriye’de merkezi hükümeti güçlendirmek.
Fakat bu beklentiler, Kongre’nin kırmızı çizgilerine çarpıyor. Trump yönetiminin Kongre’yi ikna edebilmesi için S-400 meselesinde doğrulanabilir bir çözüm (sistemlerin depolanması ya da etkisizleştirilmesi) ve Hamas/İsrail başlığında yeni bir çerçeve gerekiyor. Yani Ankara masaya savunma sanayi ve bölgesel meşruiyet talepleriyle gelirken, Washington aynı masadan S-400’de geri adım ve Hamas/İsrail konusunda daha düşük profilli bir çizgi görmek istiyor. Bütün bunlar sağlandığında bile özellikle savunma sanayi işbirliği için Kongre’nin onay vermesi garanti değil. Üstelik başta söylediğim gibi tek bir yanlış adım, bir çuval inciri berbat edebilir.
Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda, 23 Eylül 2025
Yönetilen tutarsızlık
Erdoğan’ın Trump’la Beyaz Saray’da vereceği fotoğrafın arka planı “alışveriş diplomasisi." Ancak Türkiye söz konusu olduğunda bu modelin sınırları var.
Türkiye’de kamuoyunda yerleşik ve derin bir Amerikan karşıtlığı var; Trump’ın kişisel onay oranı da son derece düşük. Buna güçlü bir İsrail karşıtlığı da eklendiğinde, Washington’la yakın görüntünün içeride maliyet üretmesi çok muhtemel.
Trump, “bu bizim işimiz değil” diyerek demokrasi ve insan hakları konularında hükümete içeride manevra alanı açıyor. Bu manevra alanını muhalefet ise yıllardır hükümet eliyle beslenip, büyütülen Amerikan karşıtlığı ve evrensel değerlerin savunuculuğu üzerinden kapatmaya çalışıyor. Trump ile Erdoğan el sıkışırken, CHP İstanbul’daki Filistin konsolosluğu önünde miting yapması bunun bir örneği.
Erdoğan İsrail’in en büyük destekçisi Trump ile yakınlaşırken Gazze meselesinde CHP’nin başı çektiği bu eylemlere karşı ne yapacak? İşi zor. Zor zira Amerikan karşıtlığının yüksek olduğu bir toplumda, Trump’la yakın fotoğraf iktidarın sırtına idare edilmesi zor bir siyasi yük bindiriyor. Körfez monarşileri ya da Asya’daki müttefikler milyarlarca dolarlık paketleri iç politikada meşruiyete çevirebilirken, Türkiye’de benzer bir görüntü tam tersine bir gerilim üretiyor. Devlet Bahçeli’nin bu görüşme planlanırken Çin ve Rusya ile ittifaktan bahsetmesi ise koalisyon içi çatlaktan daha ziyade, muhtemelen içerideki bu maliyeti yönetme çabası olarak görülebilir.
Erdoğan ve Trump, Gazze zirvesinde yan yana, 23 Eylül
Tam da bu nedenle Ankara’nın izlediği strateji “yönetilen tutarsızlık” olarak adlandırılabilir. Erdoğan’ın New York’ta BM kürsüsünde Gazze’yi “dünyanın en büyük çocuk mezarlığı” diye tanımlayıp Batı’yı ikiyüzlülükle suçlayıp, hemen ertesinde Washington’da F-16 ve Boeing masasına oturması, bu çelişkinin en çıplak hali. Bir yanda İsrail’i en sert ifadelerle eleştirmek, diğer yanda İsrail’in en büyük destekçisi Trump’la büyük anlaşmalar için müzakere etmek…
Sözün özü bu ikili denge, kısa vadede hem Washington’un Ankara’nın içerideki ve dışarıdaki politikalarına karşı sessizliğini hem de Ankara’nın manevra alanını garanti edebilir. Ama aynı anda içeride Amerikan karşıtı seçmen tabanına, dışarıda ise öngörülmesi güç Trump’a karşı kırılganlık üretmesi neredeyse kaçınılmaz. Zira görüşmeden hemen önce Rubio’nun yaptığı açıklama bunu doğrular nitelikte.
Erdoğan–Trump fotoğrafı bu yüzden ileride, yalnızca bir diplomasi ritüeli olarak değil; Türkiye’nin Trump yönetiminden kazandığı tolerans ile içeride ödediği siyasi bedel arasındaki açıya işaret eden bir an olarak hatırlanabilir. Bu gerilimin ne kadar yönetilebilir olduğunu önümüzdeki günler gösterecek.