Son altı aydır CHP, yalnızca bir siyasi aktör olmanın ötesine geçen bir siyasi sınavla karşı karşıya. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 18 Mart’ta üniversite diploması iptal edildi, ardından ertesi sabah, 19 Mart’ta tutuklandı. Geride bıraktığımız altı ayda dalgalar halinde CHP’li belediye başkanları dahil bürokratlar ve iş insanları arasında geniş çaplı tutuklamalar ve soruşturmalarla partinin yerel yönetimlerdeki siyasi ve yönetim erki felç edildi.
Yanı sıra CHP kurultay ve kongrelerine dair ardı ardına açılan davalar, her gün hemen tüm ekranlarda yürütülen parti içi seçimleri iptal tartışmaları, partiye kayyım iddiaları eşliğinde CHP üzerindeki baskının dozunun her hafta çeşitlenerek ve derinleşerek arttığını izliyoruz.
Son haftada ise 2023 İstanbul İl Başkanlığı kongresi için mahkeme bir ara kararla CHP il yönetimine kayyım tayin etti. Bu kararın uygulanabilmesi için il başkanlığı binası polis bariyerleriyle çevrildi. Sosyal medya platformlarında ciddi erişim kısıtlamaları hayata geçirildi, mitingler gösteriler yasaklandı. Ancak polisin müdahalesiyle atanan heyet binaya girebildi.
Tüm bu süreçlerin yargı değil siyasi süreçler olduğuna dair kimsenin bir kuşkusu yok. Mesele ne tek başına usulsüzlük, yolsuzluk ne de parti içi çekişme. Çok partili siyasi tarihimiz siyasetin yargı marifetiyle biçimlenişine dair Yassıada mahkemelerinden parti kapatmalara dek birçok örnek barındırıyor. Fakat bu kez farklı.
Gezi’nin ardından başlayan, 2017 referandumundan sonra seviyesi ve dozu artırılarak giden bir süreç yaşıyoruz. Sivil toplum, sendikalar, odalar, dernekler, hemen tüm hak hareketleri ve inisiyatifleri baskılarla etkisizleştirildi. Yanı sıra hemen her bir örgütlenmenin iktidar yandaşı olan bir simetrik yapısı oluşturularak sivil toplum da kutuplaşmanın zemini haline getirildi. Kürt siyaseti üzerindeki kadim baskılar, tutuklamalar, kayyım politikaları sürdürüldü. Grevler erteleniyor, tüm iktidar karşıtı protesto eylemleri, yürüyüşleri şiddetle bastırılıyor. Anlaşılıyor ki şimdi artık başka bir aşamaya geçildi.
Muhalefet alanında kalmış son örgütlü güç olarak CHP şekillendirilmeye çalışılıyor. Buna karşılık da İmamoğlu tutuklamalarının ardından başlayan beklenmedik toplumsal tepki, Özgür Özel’in ve örgütünün gayreti de CHP’ye alışkın olmadığı, yeni keşfetmeye başladığı bir siyasi mücadele alanı açıyor.
Mesele ne hukuk ne parti içi mücadele
Süreçlerin hukuki analizlerini hukukçular yapıyor elbette ama siyasetle biraz ilgili herkes biliyor ki, CHP il yönetiminin görevden uzaklaştırılmasına dair karar hukuken geçersiz. Siyasi partilerin kendi kongreleri ve seçimleri yasayla özel olarak düzenlenmiştir. Seçim, sayım ve itirazlar ilçe ve il seçim kurulları tarafından karara bağlanır, son karar ve itiraz mercii Yüksek Seçim Kurulu’dur. YSK kararları da Anayasa gereği kesindir. Eğer kongre sürecinde suç işlendiği iddiası varsa, bu ceza yargısının konusudur. Ancak bu konudaki herhangi bir karar da seçim sonucunu etkilemez.
Eğer mahkemelerin bu şekilde seçimleri iptal etmesi meşrulaşırsa, geçmişteki her bir seçimin şaibeli olduğu iddiasıyla sonuçları geçersiz ilan edilebilir. Bu nedenle bazı mahkeme kararları yalnızca CHP’yi değil, Türkiye’nin 1950’den beri oluşmuş seçim güvenliği sistemini tehdit ediyor. Yapılanların ima ettiği, bu tür yargı kararları ve uygulamalarıyla artık seçimlerin de öneminin kalmadığıdır. Bu da elimizde son kalan, seçme hakkımızın da ortadan kaldırabileceği bir sürecin başladığını gösteriyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Demirtaş, Kavala ve Yüksekdağ kararlarının, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararlarının da yok sayıldığı bir süreçle siyasi alan iktidarın keyfince biçimlendirdiği bir alana dönüşmüştü zaten. Daha da önemlisi yalnızca siyasi alana dair kararlar değil, Kanal İstanbul ve Kaz Dağları gibi doğa katliamlarına karşı alınabilen hukuki kararlar da iktidar tarafından dikkate alınmıyor, uygulanmıyor.
Dolayısıyla yaşanan mesele ne parti içi mücadele ne de hukuk ve adalet arayışıdır. Ahlaki ve siyasi hesaplaşmaların zemini olarak mahkemeleri kullanmaya ve siyasi baskılarla mahkeme kararlarını etkilemeye başladığınızda adalete ulaşmak mümkün olmaz. Bu nedenle, CHP’ye yönelik baskıları “parti içi kavga” diye değerlendirmek asıl meseleyi ıskalamak olur.
Bir yandan ekonomik buhran kalıcılaşıyor, toplum hızla yoksullaşıyor. Gelir adaleti ve hayatın her alanında fırsat eşitliği yok oluyor. Geleceksizlik, umutsuzluk, ortak yaşama iradesinin eksilmesi, hukukun üstünlüğüne inancın azalması gibi tüm toplumsal psikolojiye dair emareler alarm veriyor. Örneğin 16 yaşındaki çocuğun karakol basıp, polisleri öldürmesini yalnızca IŞİD’ci fikirlere meyli olarak görürsek yanılırız. O çocuk geleceksizliğe ve çaresizliğe karşı öfkesini kendini yok ederek göstermeye karar verdiği için o fikirlerin çengeline girmiş. Başka bir fikrin, başka bir istasyon şefinin çengeline de takılabilirdi.
Son iki yazımda da analiz etmeye çalıştığım gibi, ülkedeki tüm ekonomik, siyasal, toplumsal düzenler zihniyetleriyle, kurumlarıyla ve kurallarıyla krizde. Devlet ve yönetim için de toplum için de dönüşüm kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Böyle bir durumda tarihsel dünya örnekleri toplumların üç yoldan birisini tercih ettiğini gösteriyor.
Özgür Özel, partisinin Ankara mitinginde
Kazanan olmak ile kazandıran olmak arasında
Birinci yol, “yaratıcı yıkım ve yeniden yapılanma”. Bu yol, eski düzenin yapısal zaaflarını kabul edip onları dönüştürme cesaretiyle başlar. Toplumlar, geçmişin kurumlarını, alışkanlıklarını ve ön kabullerini sorgular; yerine yeni bir kurumsal mimari, yeni bir toplumsal sözleşme, yeni bir siyaset dili inşa ederler. Bu sancılı bir süreçtir çünkü bedel ödemeyi, konfor alanından çıkmayı ve geleceği birlikte kurma iradesini gerektirir.
Türkiye için bu, devletin şeffaflaşması, yargının bağımsızlaşması, eğitim sisteminin eşitlikçi ve nitelikli hale gelmesi, toplumsal kutuplaşmanın yerine ortak yaşam tahayyülünün geçmesi anlamına gelir. Bu aynı zamanda siyasetin temsil değil, katılım temelli dönüşümüdür. Ekonomide üretim odaklı, çevreyle uyumlu, katma değerli bir modelin benimsenmesi; toplumda liyakat, adalet ve güven duygusunun yeniden inşa edilmesi gerekir.
İkinci yol, “daha da otoriterleşme”. Bu yol, krizi yönetemeyen sistemlerin “düzeni koruma” gerekçesiyle baskıyı artırmasına dayanır. Yargı bağımsızlığı zayıflar, medya tek sesli hale gelir, sivil toplum baskılanır. Güvenlik dili siyasetin merkezine yerleşir. Toplum, korku ve denetim altında tutulur. Türkiye özelinde bu yol, zaten zayıflamış olan kurumsal yapının daha da kişiselleşmesi, muhalefetin meşruiyetinin sorgulanması, farklılıkların düşman olarak kodlanması anlamına gelir.
Üçüncü yol, “sessiz çöküş ve toplumsal depresyon”. Bu en görünmez ama en sinsi yol. Toplum değişim iradesini ve umudunu kaybeder. Ne reform mümkündür ne de açık baskı vardır. Ama sistem içten içe çürür. Kurumlar işlemez, liyakat yerini kayırmacılığa bırakır, gençler yurtdışına gitmek ister, yurttaşlar kamusal alandan çekilir. Sessiz bir yılgınlık toplumu sarar. Gençlerin ve nitelikli emeğin ülkeyi terk etme eğilimi artar, toplum umutta değil kaygı ve korkularda ortaklaşır, siyasi gündemle toplumsal gündem ayrışmaya başlar. Bu yol, kriz anlarını değil, zamanla olan erimeyi tarif eder.
İktidar merkeziliği ve otoriterliği güçlendirirken itirazları, dirençleri yok etmek için siyasi alanı olabildiğince kısıtlamaya, baskılamaya, kendi zihni çerçevesinin içine sıkıştırmaya çalışıyor. Bölgesel ve küresel dinamiklerin ürettiği riskleri de kullanarak bir beka, korku ve güvenlik söylemiyle otoriterliğe toplumsal rıza üretmeye çalışıyor. Yani iktidarın tercihi toplumun ikinci yolu seçmesi, isteyerek veya mecburen otoriterleşmeye razı olması.
Bu gidişata itiraz ve birinci yol tercihi, yani düzenleri yeniden yapılandırmak ancak siyaset marifetiyle, siyasetin öncülüğünde olabilir. CHP hala meseleyi otoriterliğe direniş olarak çerçevelese de yapılması gereken toplumun önüne birinci yolun umudunu, siyasetini, hikayesini koymak. CHP bunu başarabilir mi, bu kapasiteye sahip mi değil mi tartışmasından öte ortada bir gerçeklik var. O da gelinen noktada, demokratik muhalefetin önündeki tek örgütlü güç ve çekim merkezi olarak CHP kaldı. Aynı zamanda da CHP ilk kez kitlelerle beraber hareket etme, kitlesel tepkilerden beslenme, enerji devşirme fırsatı yakaladı.
CHP'nin Ankara mitingi
CHP kapsama alanını genişletmek zorunda
Türkiye’nin siyaset sahnesi, uzun zamandır, seçim kazanma ve iktidarı elde tutma mücadelesinden ibaret hale geldi. Şimdi ise tüm siyasi alan daha derin bir meseleyle karşı karşıya: Topluma yeni bir gelecek hikayesi kazandırmak. CHP bugün yalnızca “birinci parti” olma fırsatına değil, “yeni bir ortak gelecek hikayesi” kurma fırsatına sahip. Eğer bu fırsat, tabanı diri tutan, potansiyeli ikna eden ve uzak seçmeni de korkularından arındıran bir stratejiyle değerlendirilirse, seçim günü yalnızca kazanan olmaz. Topluma, gençlere, kadınlara, yoksullara, mağdurlara kazandıran bir aktör de olur. Siyasetin kalıcı zaferi, işte tam da burada başlar, topluma yeni bir ortak gelecek kazandırmak.
Kamuoyuna yayınlanan araştırmalardan görünen, CHP’nin henüz seçmenin üçte birinin desteğini kazandığıdır. Bu oran CHP’ye birinci parti olma fırsatını verse de henüz seçim kazandıracak oranın çok altında. Siyasal kutuplaşma, kültürel kimliğinden düşünme, sol fikriyata olan olumsuz kanaati gibi bir dizi nedenle CHP’ye karşı mesafeli olan ya da oy verme olasılığı çok zayıf olan bir muhafazakar kitlenin varlığını da yine araştırmalardan biliyoruz. Seçim aritmetiği bakımından CHP’nin meselesi arada, gri alanda kalan üçte bir oranındaki seçmen kümesinden ne kadarını, hangi stratejilerle kazanabileceğidir. Ya da CHP’nin asıl meselesi var olan kategorileri, şemaları, eksenleri, kimlikleri aşarak toplumun tümüne dönük yeni bir siyaseti nasıl örebileceğidir.
Gri alandaki üçte bir oranındaki seçmen, siyasete “kim kazanır” değil, “benim hayatım nasıl değişir” sorusundan bakıyor. Bu kümenin hatta tüm seçmenin temel gündemleri üçlü sacayağında toplanıyor: Ekonomi, eğitim, adalet. Araştırmalarda görülen, gri alandaki seçmenlerin önemli kısmı, AK Parti’nin ilk dönemlerini sosyal yardımlar, sağlık hizmetleriyle hatırlıyor ancak bugünkü halktan kopukluk, rant, liyakatsizlik, kibir ve yoksullaştırma da onları gri alana çekiyor. Gri alandaki seçmenlerin bir kısmının belleğindeki, gözündeki CHP algısının da değiştiğini gözlemek mümkün. Belki de seçmenin bir kısmının CHP algısındaki dönüşüm CHP’nin en büyük stratejik fırsatıdır.
Tüm bu gelişmeler, CHP’nin yalnızca iktidara siyasi rakip olmayı değil, aynı zamanda topluma demokrasi ve adalet hikayesi kazandıran bir özne olma sorumluluğunu da yüklüyor.
Siyasette öyle anlar gelir ki, bir parti yalnızca oy oranıyla değil, toplumsal hikayeye kattığı anlamla da merkezi bir konuma yerleşir. CHP bugün tam da böyle bir eşiğin kapısında. CHP üzerinde kalan bu mecburi dönüşüm ve demokrasi sınavını kavrar, bunu gönüllü bir sorumluluk almaya çevirebilir mi, toplumun önüne birinci yolun, yeniden inşanın hikayesini koyabilir mi, göreceğiz.