Önce Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarına yönelik operasyona, ardından da Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2019 ve 2024 seçimlerinde kazandığı diğer pek çok belediyenin başkanına yönelik ‘yolsuzluk’ operasyonlarına ‘olur’ veren hükümetin 19 Mart’tan bugüne ne kazandığı kendileri açısından çok tartışmalı bir alan. Nitekim Adalet Kalkınma Partisi kulislerinden sızan bilgi kırıntılarını dikkate alacaksak, belki çıkış noktasına değil ama metodolojiye itiraz eden ve bu işin nihayetinde kendi siyasi hareketlerini bitireceğinden kaygı duyan ciddi bir zümre var partinin içerisinde. Bunun üzerine bir de Külliye’deki atama bürokratlardan oluşan ekiple, orijinal AKP’den geriye kalanların çekişmesini ve son dönemde etkisinin iyiden iyiye arttığı ortaya çıkan Erdoğan ailesinin ihtiraslarını ekleyin, sonra da iktidar ortağı Milliyetçi Hareket Partisi’nin kendine has gündemiyle çarpın. Bu denklemin ortak ve tutarlı bir ‘stratejik akıl’ üretmesi tabiidir ki söz konusu olamıyor. ‘Kaos’ bu denklemin sabit sayısı haline geliyor.
Ancak iktidar bloğunun kendi içindeki kaosa rağmen 19 Mart’tan bugüne geçen beş ay içinde başardığı bir şey var; mütemadiyen Cumhuriyet Halk Partisi’ni tartıştırmak, hem de asıl çalkantı sanki kendi içlerinde değilmişçesine.
Bu konuda da başrol için gözlerine CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu kestirdikleri, Kemal Bey’i usul usul önce kendi medyaları sonra da medyanın totali üzerinden kadrajladıkları bir vakıa. Bu kadrajlama işi öyle bir yere gitti ki sadece iki yıl önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’na oy veren yüzde 48 içinde, bir zamanlar çılgın gibi destek verdikleri adaylarının aslında bir “AKP projesi” ya da bir nevi “Truva atı” olduğuna inanmaya başlayan bir kitle var artık.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun son aylarda yanına girip çıkanlardan dökülen cümlelere ve birkaç gazeteciye verdiği beyanatlara bakınca ben şunu görüyorum; karşımızda hatalarından ders almak yerine kırgınlık, kızgınlık ve zedelenmiş bir egoyla konuşan, daha da önemlisi, hâlâ 2023 öncesi dönemin dinamikleriyle düşünen bir lider var. İletişim stratejisi de çok sorunlu. Türk siyasetçilerde çok yaygın olan “gel sohbet edelim ama benim ağzımdan bir şey yazma” geleneğini şu kadar kritik bir süreçte bu kadar yoğun kullanmasının net zararı parti içindeki rakiplerine değil kendisine verdiğinin farkında değil. Cümlelerinin manipüle edilmesini ya da yanlış anlaşılmasını dert eden bir siyasetçi -varsa bir meramı ya da vaadi- açıktan, dolandırmadan ve her kelimesine sahip çıkarak kamuoyuyla paylaşır.
Siyaset okuma maharetiyle yıllardır hepimizi kim bilir kaç kez dumura uğratan Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisine oy verenlerin duygusundan ve parti tabanından bu kadar kopmuş bir siyasetçinin hâlâ mevcut CHP Genel Merkezi’ni dağıtıp kendi kontrolü altında alabileceğine inanıyor olabilir mi? Bana kalırsa bu sorunun yanıtı kesinlikle “hayır." Peki Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun geri dönüş heveslerine tandem giden ‘butlan davası’nın kendi elini çok rahatlatacak reel siyasi sonuçları olamayacağını görüyorsa, bu dava yakında düşer mi? Bana kalırsa bu sorunun yanıtı da “hayır." Çünkü kendi falsolarını perdeleme ve ucu doğrudan kendilerine dokunmayacak skandalları tartıştırma suretiyle kafayı suyun üstünde tutma pratiği tam da bunu gerektirir.
Öte yandan, Kemal Kılıçdaroğlu’na geçen hafta gazeteci Fatih Atik tarafından atfedilen ancak kendisinin “Benim böyle bir açıklamam yok” diye yalanladığı demece daha dikkatle bakılması gerektiğini düşünüyorum. Anlayabildiğim kadarıyla Kemal Bey’i yalanlama yapmaya iten Fatih’in bir televizyon programındaki “Kılıçdaroğlu 'Ne İmamoğlu ne Yavaş ne de bir başkası, CHP yeni bir aday belirlemeli' diyor” şeklindeki yorumu olmuş. Fatih’i yıllardır tanırım, bu cümleleri bizzat Kemal Bey’in ağzından duymamış olsa çıkıp spekülasyon yapacak gazetecilerden biri değildir. Daha da önemli olan ise Kemal Bey’in Fatih Atik’i yalanlarken kullandığı dil: “Daha ortalıkta cumhurbaşkanlığı seçimi yok. Ben niye böyle bir konuşma yapayım, Mansur Bey'le ilgili niye böyle bir rezerv koyayım.” Bu cümlelerle Ekrem İmamoğlu ile ilgili rezervini teyit etmiş oluyor.
Ekrem İmamoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu, Özgür Özel
Zaten benim de çok yakın bir zamanda bu konuları kendisiyle birebir konuşmuş olan birinden dinlediklerim aynı havayı yansıtıyor. Kemal Kılıçdaroğlu ‘CHP’nin cumhurbaşkanı adayının İmamoğlu’ diye ilerlenmesine de bu dönemki siyasi mücadelenin İmamoğlu ve arkadaşlarının tutukluğuna itiraz üzerinden yürümesine de karşı. Ezcümle Kılıçdaroğlu, “Partinin geleceği tek kişinin siyasi kariyerine indirgenemez” diyormuş. Özgür Özel’in bir genel başkan olarak ‘vesayet altında siyaset yapıyor’ görüntüsünden kurtulması gerektiğinden bahsediyormuş.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin Kasım 2023 kurultayında yaşadığı travma üzerinden politik bir hat çekmeye meyilli olmasında şaşılacak bir şey yok. Kişisel ve duygusal faktörlerin sıfırlanmasını kimse beklemez de zaten. Ancak Kemal Bey’in bugünü ısrarla hala sadece ‘İmamoğlu meselesi’ üzerinden okuyor olması, geniş açı eksikliğini de ortaya koyuyor. Çünkü görmeye açık olan gözlerin görmeden edemeyeceği şöyle bir gerçeklik var CHP’lilerin karşısında; devleti yönetenlerin hedefi sadece İmamoğlu’nu yakın gelecekteki siyasi denklemden silmek değilmiş, Cumhuriyet Halk Partisi’ni külliyen kendi paradigmalarına uygun biçimde formatlamakmış.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmasının ardından partisinin başlattığı "Millet İradesine Sahip Çıkıyor" mitinginde
Beş aylık performansı üzerinden bakıldığında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in karşı tarafın elini gördüğünü ve üzerindeki ağır baskıya rağmen süreçleri Ekrem İmamoğlu ile koordinasyon içinde yürütmekten vazgeçmediğini söylemek mümkün. Ancak mahkeme süreçlerinin başlamasıyla birlikte Özel’in bu dengeyi korumasının daha zor olacağını öngörmek de mümkün. O noktada, Özel ve İmamoğlu kadar kritik noktada duracak bir aktör daha var; sokağın sesi.
Meslektaşım Ruşen Çakır geçen haftalarda Buca Cezaevinde kent uzlaşısından tutuklu bulunan İmamoğlu’na yakın Reform Enstitüsü Direktörü Mehmet Ali Çalışkan’ı ziyaret edebilmiş. Cezaevindeki görüşmede Çalışkan Ruşen’e, Özel-İmamoğlu ilişkisini yorumlarken ‘çifte liderlik’ kavramını kullanmış, CHP’nin yakaladığı dalganın devamında önemli olduğunu anlatmış. Geçen sene 31 Mart seçimlerinden sonra yaptığımız mülakatta Mehmet Ali Çalışkan eminim ki bugün nerede olacağını öngöremezdi. Ama daha o günden İmamoğlu ve Özel’in birlikte aktör olduğunu anlatıyor ve ekliyordu: “Şu an için İmamoğlu ile Özel arasında bir rekabet yokmuş gibi görünüyor. Ama siyaset içinde birlikte güçlenmeyi hedefleyen ve nihai kararı finale bırakan bir rekabet de olabilir.”
Özel ve İmamoğlu dışardan bu kadar müdahale varken, Çalışkan’ın anlattığı hatta birlikte yürümeye devam edebilirler mi? Bu bir soru. En az bunun kadar önemli bir diğer soru da şu; bu kadar uzun zamandır tek adam idaresine maruz kalmış bir ülkenin insanları ‘çift lider’li bir siyasetin sonuç alabileceğine yürekten itimat edebilirler mi?