Prof. Dr. Ümit Özdağ, yaklaşık 20 senedir aktif biçimde siyasetin içinde ve yine aktif biçimde tartışmaların göbeğinde bir isim. Ülkücü geleneğin içinde büyüyen Özdağ, hem akademisyenlik döneminde hem de siyasete atıldıktan sonra devlet bürokrasinin farklı kollarıyla her daim yakın ilişki içinde oldu. Belki tam da bu yüzden son dönemde bir sebeple Silivri’deki Marmara Cezaevi’ne gönderilenler arasına girmesi kamuoyunda çok büyük şaşkınlığa neden oldu. Yaklaşık beş aylık tutukluğun sonunda mahkeme, Özdağ'ın üzerine atılı suçun sabit görüldüğüne kanaat getirerek 2 yıl 4 ay 3 gün hapis cezasına hükmetti. Ancak Özdağ'ın hapiste kaldığı günler göz önünde bulunduruldu ve 17 Haziran’da herhangi bir adli kontrole gerek olmadan tahliyesine karar verildi.
Dışarı çıktıktan sonra birkaç televizyon yayına katıldı ve sosyal medya üzerinden gündeme dair yorumlarını paylaşıyor. Ancak serbest kaldıktan sonraki üslubunda ciddi bir ton farkı hissediliyor. İçeri atılmasına gerekçe gösterdiği ‘Terörsüz Türkiye’ süreci Meclis komisyonu aşamasına geçmişken, Özdağ’ın eskisi kadar tansiyonlu bir muhalefet yapıp yapmayacağı doğaldır ki bugüne kadar hareketlendirdiği kitlenin merak konusu. Bu tür soru işaretlerini kendisine hatırlattığımda Zafer Partisi olarak iletişim stratejilerini değiştirme kararı aldıklarını doğruladı. Zira Özdağ’a göre kendisinin daha önceki yüksek volümlü siyaseti sayesinde toplum artık sığınmacılar konusunda uyandı ve tabiri caizse ‘artık o kadar bağırmaya lüzum yok.’ İletişim stratejisini değiştirmesinin bir sebebi daha varmış; daha geniş seçmen kitlelerine ulaşmak. Özdağ kendisi böyle ifade etmiyor ama artık ‘ırkçı’ ve ‘Arap düşmanı’ olarak nitelendirilmek istemediğini hissettim.
Özdağ’a göre bugün devlette aktif olarak ‘PKK çalışanlar’ arasında kendisi kadar deneyimli kimse yok. Öcalan’ın ve PKK’nın aslında ne demek istediğini deşifre edeceği ve halka onların anlayacağı şekilde anlatacağı için içerde tutulduğunu düşünüyor. Madem öyle düşünüyor, buyursun Öcalan’ın 27 Şubat açıklamasından Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Dayanışma Komisyonu’nun çalışmaya başlamasına kadar geçen sürede ortaya çıkan tabloyu sansürsüz değerlendirsin istedim. Biz sürecin aslında yeni başladığını düşünürken Özdağ ise sürecin çökme aşamasında olduğundan neredeyse emin. Çünkü Özdağ Ankara’nın YPG’nin de silah bırakacağını sanarak büyük bir hata yaptığını düşünüyor. Abdullah Öcalan’ın asla böyle bir talimat vermediğini, vermeyeceğini savunuyor ısrarla.
Kendisiyle Temmuz 2023’te yaptığım ve Türk siyasi tarihine geçen bir gizli mutabakatı ifşa ettiği söyleşiden iki sene sonra bugün CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun son süreçlerdeki tavrıyla ile ilgili birkaç soruyu da araya sıkıştırmadan edemezdim. Özdağ yine sözünü esirgemedi.
Ümit Özdağ’ın bu mülakatta söylediği bazı şeyleri yine hayretle dinlemiş olsam da konuşmanın hiçbir yerini ellemeden, akışına dokunmadan yazabilmiş olmanın kıymetinin farkındayım. Gazetecilik mesleğinin ne olduğunun unutturulmaya çalışıldığı şu dönemde aynı fikirde olmadığım siyasetçilere soru sorup yanıtlarını eğip bükmeden sizlere ulaştırmayı her zamankinden daha fazla önemsiyorum.
“Böyle olacağını düşünmemiştim ama Silivri’yi unuttum”
-Cezaevinde elbette ki Türkiye’de olan biteni yakından takip ettiniz, biz de sizin yaşananlar konusunda ne düşündüğünüzü sosyal medyadaki paylaşımlarınızdan takip ettik. Zaten ‘Terörsüz Türkiye’ sloganıyla başlatılan sürece karşı çıktığınız için ve bu sürecin en kritik aşamasında etkin muhalefet yapmanız istenilmediği için içeride tutulduğunuzu düşündüğünüzü biliyoruz. Yine de elbette ‘dışarısı’ başkadır. Ne hissediyorsunuz ve ne görüyorsunuz bugün?
Öncelikle Silivri’yi unuttuğumu söyleyebilirim. Bu garip bir duygu. Ben mesela böyle olmayacağını düşünmüştüm. Ama bir anda her şey çok geride kalıyor. Belki başkaları da benzer duygular yaşamıştır, bilemem. Ben böyle yaşadım, onun için bende çıktıktan sonra Silivri’nin etkisi devam etmedi. O yüzden de daha çıkmamın üzerinden bir ay geçmeden Silivri ziyaretlerine başladım. Ekrem İmamoğlu, Aykut Erdoğdu’yu, Buğra Gökçe’yi, Ayşe Barım’ı, Ali Sukas ve Fatih Altaylı’yı ziyaret ettim. O ziyaretler sırasında da Silivri’nin üzerimde etkisinin kalmamış olduğunu fark ettim. Zaten içerideyken bana arkadaşlarım, avukatlar dışarıda büyük bir kamuoyu desteğinin olduğunu ifade ediyorlardı. Bu kamuoyu desteğinin boyutunu tabii başkalarının anlatımlardan yeterince anlayamıyorsunuz. Fakat sokağa çıkıp Anadolu'da dolaşmaya başlayınca, nasıl müthiş bir destek gördüğümü gördüm. Cezaevine girmeden önce bana zaten 16-25 yaş grubunda büyük bir destek vardı. Şimdi o gruptaki destek daha da yükselmiş. Sanıyorum biz 18-29 yaş grubunda oyların yüzde 20'sini alırız. O da henüz şu andaki durum, çalışmalara yeni başlıyoruz.
“Zafer Partisi’nin 18-29 yaş grubunda desteği yüzde 20 düzeyinde”
“Büyük kuşaklarda daha önce ilgi düşüktü, şimdi oralarda da destek patlaması var” -Siz bu rakamları elinizdeki anketlere bakarak veriyorsunuz herhâlde, değil mi?
Anketlere bakmıyorum. Anketlerde Zafer Partisi’nin 18-29 yaş grubunda desteği yüzde 10-12 arasında gözüküyor. Ama ben sahada bu grubun desteğinin yüzde 20 düzeyinde olduğunu görüyorum ki daha gençlik politikalarımızı açıklamadık mesela. Daha da önemlisi, bu gruptan zaten kuvvetli ilgi ve destek vardı ama bu yaş kuşağının üstündekilerde bize yönelik daha düşük bir ilgi vardı. Daha büyük yaş gruplarında da ilgi ve destek patlaması görüyorum. İki şeyi çok duyuyorum sokakta. Birincisi, “Senden çok şey bekliyoruz” diyorlar. Birçok yerde, birçok yaş grubundan kadın ve erkekten bunu duydum. İkincisi de yine aynı insanlar, “Son umudumuzsun” diyorlar. Benim Öcalan’la görüşmeler sürerken miting yapmamam ve bu süreci deşifre ederek halka anlatmamam için tutuklanmış olduğum gerçeğini halk anlamış. Ben tutuklandım çünkü ben 1998'den beri PKK çalışıyorum. Benim dışımda bu konuda uzman olan bir parti genel başkanı yok, bir siyasetçi de yok açıkçası. 1998'den bu yana devlet içinde PKK çalışanların hiçbiri kalmadı.
Öcalan'ın 1999'da yakalandığı dönem MİT Müsteşarı olan Şenkal Atasagun
“Şenkal Atasagun’un bugün devlette çalışmadığını söyleyemem, çalıştığını da söyleyemem”
-Bunu cezaevinden çıktıktan sonra katıldığınız ilk televizyon canlı yayınında da söylediniz. Ve ben bu sözünüz üzerine düşündüm, sizin kadar eski dönemden beri “devlette PKK çalışan” bir kişi daha buldum; Şenkal Atasagun.
Şenkal Bey, müsteşar olarak generalisttir. Yani detayları bilmesine gerek yok.
-Ama “PKK dosyasını çalışmadığını” söyleyemeyiz.
PKK dosyasını çalışmıştır.
-“Şu anda devlette görevi yok” da diyebilirsiniz belki.
Onu söylemem. Devlette çalışmadığını söylemem. Çalıştığını da söyleyemem. Bilmiyorum. Ama birçok kişi emekli oldu. Görevlerini bıraktılar, görevini bırakınca işi bıraktılar. Ya da o görevde çalıştılar, o sürede onun üzerinde uzmanlaştılar, sonra başka bir görev atandılar. Bıraktılar. Bölgeye gittiler, bölgede detayları çok iyi öğrendiler belirli bir dönem için ama sonra bıraktılar. Ben ise sürekli çalışmaya devam ettim. Siyaset içerisinde de çalışmaya devam ettim. Onun için benim PKK ile müzakere sürecini okumamı, açıklamamı ve bunu mitingler aracılığıyla sahaya taşımamı da istemediler. Çünkü ben tutuklanmadan önce perşembe günü Karaman'da bir miting yapmıştım. Öğleden sonra saat 2'de ve 4500 kişi vardı. AKP cumartesi günü Karaman'da yaptığı mitingde 7000 kişi toplayabilmişti. Bizim yine o günlerde Antalya’da yaptığımız mitinge katılan insan sayısı 8000’e çıktı ve ondan sonra tutukladılar zaten. Tabii içeriden de süreci mümkün olduğunca izlemeye çalıştım. Bu sürecin aslında çok ayrıntılı planlandığı anlaşılıyor. Ama yapılan bir teorik planlama. Sahaya çıktığınızda her şey planladığınız gibi gelişmez ve işte planlandığı gibi gelişmiyor. Geldiğimiz noktada, bu iş patladı patlayacak.
“Süreç aslında çok ayrıntılı planlanmış ama bugün bu iş patladı patlayacak”
“Halkta da destek yok, güvenlik ve istihbarat bürokrasisi içinde de”
-Daha bugünden süreç çökecek yani size göre, öyle mi?
Türk halkının bu sürecinin arkasında hala hiçbir ciddi desteği yok. Süreç, sadece Türk halkında destek bulmamış değil, güvenlik ve istihbarat bürokrasisi içinde de bu sürecin desteği yok. Bunları bilerek söylüyorum. Hâl böyleyken, bu sürece karşı olanların konuşması istenmedi ve istenmiyor. İşte benim tutuklanmam, bunun açık kanıtı. Hatırlayın, süreç başlarken Rasim Ozan Kütahyalı çıkıp “Türk Milliyetçiliği adına muhalefet yapılmasına izin verilmeyecek” demişti ve sonucu gördük, ben tutuklandım. Ben Silivri'de bir kişi olarak değil, Cumhuriyet'in kuruluş değerlerini temsil eden bütün herkesi temsilen tutuldum. Peki, benim tutukluluğum üzerinden Türk halkına ne söylendi? Türk halkına “Biz bir taviz vermiyoruz, bir pazarlık yok. PKK kendisini fethedecek ve silah bırakacak” denildi. Biz de ısrarla dedik ki “Bu doğru olamaz, doğru söylemiyorsunuz.” Bunun asla doğru olamayacak olmasının temel kanıtı, “Feshetme ve silah bırakma konusunun KCK’nın tüm unsurlarını kapsayacak” deniyor olmasıydı.
MİT Başkanı İbrahim Kalın, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş ve İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'nun, 8 Ağustos'taki basına kapalı olan toplantısına katılmak üzereyken TBMM bahçesinde
“PYD silah bırakmıyor, PJAK silah bırakmıyor, PCDK silah bırakmıyor, o zaman Ankara’daki o komisyon neyi konuşuyor?”
-Zaten işin başından beri en muğlak, en tartışmalı olan kısmı oydu. Biz de gazeteciler olarak doğaldır ki ilk günden beri aynı soruyu soruyoruz ve YPG cephesinden hep “Hayır, bizi kapsamıyor” yanıtı geliyor. E şimdi KCK Yürütme Konseyi’nden isimler de “PKK’yı feshediyoruz ama silah bırakma konusu başka” demeye başladılar.
Şimdi… PJAK silah bırakmıyor, PCDK bırakmıyor, PYD bırakmıyor. Ve geçen gün Hakan Fidan, Suriyeli yetkililerle yapmış olduğu görüşmeden sonra bir yaptığı açıklamada PYD'nin almış olduğu tavrın artık Türkiye tarafından tahammül edilemez bir hâl olduğunu ifade etti. O zaman siz Ankara'daki o Komisyon’da neyin konuşmasını yapıyorsunuz?
-Fakat Suriyeli Kürtler arasında başka bir tartışma da var ki her ne kadar Türkiye’deki sosyal medya platformlarında PYD yöneticileri ve onlara yakın isimler yasaklı olsa da söyledikleri ve onların söyledikleri üzerinden kopan tartışmaları bir biçimde takip ediyoruz. Görüyorum ki YPG ile HTŞ arasındaki gerginlik üzerinden bazı Kürtler Şam’a “Siz bizi tanımazsanız biz de buradan kopar Türkiye ile misak-ı milli içinde entegre oluruz” gibi tehditler de savuruyor. Ve biz bunu tuhaf biçimde Suudi Arabistan’da yayın yapan medyadan okuyoruz.
Şimdi o konuda iki yaklaşım var. Birincisi sizin söylediğiniz yaklaşım; yani PYD bölgesinin böyle taleplerde bulunduğu. İkincisi de Arap basınına yansıyan yaklaşım. Yani o bahsettiğiniz haberlerde bu söylentiyi yayan ve dolaşıma sokanın Türk tarafı olduğu. Arap basınında çıkan haberlere göre “Siz bunlarla (HTŞ) anlaşamıyorsanız kalkın gelin bizimle birleşin” diyen Türkiye.
“AK Partili bir belediye başkanı bana yıllar önce ‘Suriye’de aldığımız yerleri bırakmayacağız’ dedi”
“Suriye’nin kuzeyini ‘ilhak’ projesi en başından beri birilerinin kafasının arkasında var”
-Öcalan'ın kafasında da böyle bir şey mi var sizce; Türkiye ile Suriye’yi Kürtler üzerinden birleştirmek. Daha önceki bir açıklamanızda, ABD’nin tam da böyle bir strateji üzerinden gittiğini, AfPak gibi TurSur hayâl ettiğini söylemiştiniz. Öcalan’ın da bu tür bir gündemi olabilir mi?
Yok, Öcalan’ın böyle bir yaklaşımı yok. Bir de tabii bu konuya ilişkin üçüncü bir yaklaşım var ki ben onun daha doğru olduğunu düşünüyorum. Aslında ne PYD'de böyle bir yaklaşım var ne AKP'de ama AKP sürecin üzerini psikolojik olarak örtmek için kendi trolleriyle bu görüşü ortaya atıp tartıştırıyor. Yani aslında böyle bir tartışma yok. Ama AK Parti’nin kafasının arkasında ‘Misak-ı Millîyi gerçekleştirmek’ adı altında Suriye'nin bütün kuzeyinin ilhakı gibi bir proje hep oldu, bu yeni değil. Uzun süre önce, 2011’de Suriye’de iç savaşın başlamasından hemen sonraydı, Güneydoğu'dan Ankara'ya uçakla dönüyorum, yanımda da bir AK Partili bir belediye başkanı var. Dedi ki, “Suriyelilerin nüfus artışı konusunda haklısınız. Ben de sizin gibi düşünüyorum. Burada demografik dengeler bozuluyor. Çok harcama yaptık, ekonomiye de çok olumsuz yansıdı bu. Ama bizim de bir kazancımız var.” Ben de merak ettim. Şöyle devam etti: “Bizim kazancımız toprak. Suriye’de aldığımız yerleri bırakmayacağız.”
-Benzer bir cümleyi bir Türk diplomatından -hem de AKP ataması olmayan bir kariyer diplomatından- daha diplomatik şekilde duydum ben de.
Ben Ankara'da belirli çevrelerde bu ilhak politikasının alttan alta işlendiğini tahmin ediyorum, görüyorum. Rusların bir karikatürü vardır, görmüşsünüzdür muhakkak. Türkiye önce Suriye'nin içine kadar büyüyor, sonra Kayseri'ye kadar küçülüyor. Yani herkes bunun farkında. Ancak geçen gün Hakan Fidan PYD'ye eleştirilince, bir PYD’li Hakan Fidan'ı bir suikast ile öldürmekle tehdit etti. Ben gördüm ve paylaştım bunu. Hatta şöyle söylediler; “Laz Kemal'in selamlarıyla diye her vatansever Kürt sana yaklaşabilir.” Özetle bugün Türk Dışişleri Bakanı’nı ölümle tehdit eden bir PYD var. Peki siz bu ortamda Ankara’daki Komisyon’da neyi konuşursunuz Hakan Fidan?
“İş planladıkları gibi yürümüyor, PYD’nin ve PJAK’ın da silah bırakacağını düşündüler”
-Tabii sizin kadar olmasa da biz de şunu biliyoruz, gözle görülebilenden biliyoruz; Ankara’da bu konuya farklı yaklaşan kliklerin bir mücadelesi var. MHP lideri Bahçeli, kurmayı Feti Yıldız hayatî rol üstlenmiş durumda ve bir yandan da MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın himayesinde giden bir istihbarat projesi aslında Öcalan ile görüşmeler. Ancak hatırlattığınız gibi eşzamanlı olarak Hakan Fidan, YPG’yi hedef alıyor ve DEM’lilerin de tepkisine neden oluyor. Hakan Fidan sizce süreç konusunda hangi damarı temsil ediyor? Ya da bütün bunlar aslında hükümet cephesindeki bölünmeden ziyade kafa karışıklığını mı temsil ediyor?
Bence iş planladıkları gibi yürümüyor.
-Peki planladıkları şey neydi? Bu kadar kısa zamanda ne olabilirdi ki?
PYD'nin de silah bırakacağını düşündüler. PJAK'ın de silah bırakacağını düşündüler. Ve bunlar silah bırakmasa bile bunu Türk halkına bir şekilde kabul ettirebileceklerini düşündüler.
“Öcalan PYD’ye silah bırakma talimatı asla vermez, o karizmasını çizdireceği hiçbir şeyi gündeme getirmez”
-Öcalan'a böyle bir şey kabul ettirebilirler mi sizce, PYD’nin de silah bırakmasını?
Hayır, ettiremezler. Öcalan da zaten asla böyle bir talimat vermez. Öcalan bu süreci kendisini meşrulaştırmak için kullanıyor. Türk siyasetinde bir faktör haline gelmek için süreci kullanıyor ve kendi açısından çok mantıklı oynuyor. Bir süre daha İmralı'da yaşamaya devam edecek ama sonunda İmralı'dan bir şekilde çıkacak, bunu biliyor ve buna göre oynuyor. Türkiye'de iktidara ortak olurken Suriye'nin kuzeyini de tek başına yöneteceğini düşünüyor. Onun için Suriye'nin kuzeyinden vazgeçmesi mümkün değil. Ayrıca Suriye'nin kuzeyindekilere “Silah bırakın” dese de bunun kabul görmeyeceğini ve reddedileceğini biliyor. Öcalan reddedileceği ve karizmasını çizdireceği hiçbir şey gündeme getirmez.
“PKK kendini lağvederken varlığını ‘yeni PKK’ olan PYD üzerinden sürdürecek”
-Sizdeki bilgi de PYD/YPG’nin başat aktör olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) 80 ila 100 bin kişilik bir ordu mahiyetinde olduğu yönünde mi?
Suriye Demokratik Güçleri’nin bir bölümü Araplardan oluşuyor. Ve bu yapının içinde bugün önemli sorunlar başlamış durumda. Bendeki bilgiye göre aslen 45-50 binlik bir yapıdan bahsediyoruz ve bunun en güçlü unsuru hiç şüphesiz PYD. Peki, PYD dediğimiz kim? Bir anlamda yeni PKK’dır PYD. Ayrıca PKK'nın sahip olmadığı uluslararası ilişkilere de sahip, PKK'nın sahip olmadığı silah sistemlerine de sahip.
-Tırnak içinde meşruiyete de sahip herhâlde batının gözünde IŞİD ile mücadelesi nedeniyle.
Tırnak içinde meşruiyete de sahip. Ve onun için PKK kendisini lağvederken aslında yeni PKK üzerinden varlığını sürdürecek. Bunu kabul eden bir AKP-MHP ittifakı da aslında hiçbir şeyi bitirmiş olmayacak. Karşımıza çok daha güçlü bir PKK yapısını çıkartmış, Türkiye için çok daha tehlikeli bir PKK yapısını çıkartmış olacak.
“Suriye’nin kuzeyindeki Arap aşiretleri HTŞ destekli olarak PYD’ye karşı bir harekete başlamak üzere”
“Türkiye bu operasyonun içinde olacak mı?”
-Biraz önce Suriye Demokratik Güçleri’nin kendi içinde sorunlar baş gösterdiğini söylediniz. SDG içindeki Kürt-Arap sürtüşmesinin büyüyeceğini kastettiğinizi anlıyorum, doğru mu?
Suriye'nin kuzeyinde Arap aşiretleri PYD'ye karşı bir harekete başlamak üzereler. Bu hareketi HTŞ'nin veya Suriye devletinin de destekleyeceği gözüküyor. Bu hareket bir askerî harekete dönüşürse ne olur? Bu soruyu cevaplandırmak zor çünkü PYD askeri eğitim ve askeri teknoloji açısından Suriye güçlerinden ve aşiret güçlerinden çok daha güçlü. Suriye’nin ağır silahları ve cephaneleri büyük ölçüde İsrail Hava Kuvvetleri'nin saldırılarıyla yok edilmiş durumda. Yani böyle bir savaş çok kolay değil. Bu savaş başlar da buna rağmen, Suriye güçleri PYD'ye karşı başarılı olurlarsa büyük ihtimalle daha çok Arap aşiretlerinin yaşamış oldukları bölgeleri alırlar ama PYD'nin çekirdek bölgesine giremezler. Bu aynen Irak'ta KYP, KDP güçlerinin Irak merkezi ordusu tarafından Musul'dan çıkartılmasına benzer.
-Tabii bu senaryoyu ABD ve İsrail’in nasıl müdahil olabileceği ya da müdahale edebileceği sorusunu yanıtlamadan konuşamayız, değil mi?
Dış faktörleri bir kenara bırakarak anlatıyorum ben bunu şu an. Tabii bu durum gerçekleşirse PYD küçük alanına çekilir. Araplar ve Suriye merkezi hükümeti böyle bir operasyona başlarsa Türkiye bu operasyonda tarafsız kalmaz. Ama soru şu olur; Türkiye ne kadar bu operasyonun içinde olacak? Türk Silahlı Kuvvetleri doğrudan PYD bölgesine müdahil olacak mı? Yoksa diğer bölgelerden Suriye içerisinde silah sevkiyatı, teknik destek mi verilecek? Bunu bilmiyoruz. Ama her halükârda PYD bölgesinde, Suriye'nin kuzeyinde bu tür bir çatışma başlarsa -ki başlamak üzere- Ankara'da Komisyon’da neyi konuşacaksınız siz?
Pervin Buldan ve Mithat Sancar'dan oluşan DEM Parti İmralı Heyeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı 8 Temmuz'da Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde ziyaret etti. Ziyarette AKP Genel Başkanvekili Efkan Ala ile MİT Başkanı İbrahim Kalın da bulundu
“Erdoğan ‘Bu iş bana çok pahalıya mâl olacak’ diyebilir, PKK ve Öcalan ise büyük bir kazançla çıkacak”
-Komisyon’u akim bırakacak başka senaryoları da konuşabiliriz. Sanıyorum ‘Terörsüz Türkiye’ye HTŞ öncülüğünde Arap aşiretlerinin PYD’ye topyekûn savaş açması ihtimâlinden daha büyük risk şu an için PKK’lılardan gelen açıklamalar. Şimdi mesela size meşhur törende silah yakanlardan biri olan Bese Hozat’ın silah yakmadan iki hafta önceki -24 Haziran tarihli- beyanatını hatırlatayım: “Mevcut durumda iktidarın yaklaşımı öyle Kürt sorunu demokratik çözme, Türkiye’yi demokratikleştirme temelli bir yaklaşım değil. Gerisinde diyor; ‘PKK silah bırakacak, gelip teslim olacak.’ PKK bu yaklaşımla, bu anlayış karşısında ne silah bırakır ne gelip teslim olur.” Silahlarını gömmesini bekleyenlerin hala böyle düşünüyor olması HTŞ ile PYD’nin çatışmasından daha büyük bir risk değil mi süreç açısından?
Türkiye'de Lozan Antlaşması'nı fesih edelim diye, lağvedelim diye bir PKK varlığını sürdürüyor. Avrupa'da çalışmalarını sürdürüyorlar. İki, silahları bırakmayız diyen bir PYD var ve özel bir Suriye konusunda, Suriye'de özel bir Kürdistan konusunda ısrar etmeye devam ediyor. Öbür taraftan, “Biz bu savaşı kaybetmedik. Bizim şartlarımızı kabul etmeye zorladık. Yani galibiz” inancında olan bir PKK var. Ve bu sürece inanmayan, karşı olan bir Türk halkı ve güvenlik istihbarat bürokrasisi var. Şimdi böyle bir ortamda nasıl ilerlenir? Ben bu ortamın devam etmeyeceğini, bu sürecin birinci süreç gibi çökeceğini düşünüyorum. Ama şunu da ifade edeyim hemen; eğer bu süreç devam eder bütün bunlara rağmen ve bir siyasal anlaşmayla nihayetlenirse arkasından AK Parti ve MHP AK Parti’nin Haziran 2015'te uğramış olduğu sandık mağlubiyetinin çok daha ağırını yaşayacaktır.
-PYD ile Arap aşiretleri arasındaki bir çatışmaya bile lüzum olmadan, Tayyip Erdoğan bu masayı kendisi deviremez mi? Zira biliyoruz ki Erdoğan 2015’te de Dolmabahçe mutabakatından sonra o siyasi riski almaktan vazgeçti. Yani sizin öngördüğünüz şekilde bir HTŞ-PYD kapışması olmadan da Erdoğan’ın kendi siyasi kaygıları baskın çıkabilir mi, “Bu iş bana çok pahalıya mâl olacak” diyebilir mi? Yoksa burayı çoktan geçti mi?
Der, diyebilir. Çünkü böyle bir anlaşmadan hiç şüphesiz her boyutta zararlı çıkacak. PKK ve Abdullah Öcalan ise büyük bir kazanç sağlayarak çıkacak. Bu tür bir sürecin neticesinde, Haziran 2015 seçimlerinde hatırlayacaksınız HDP yani DEM tarihindeki en yüksek oyu aldı. Eğer bu anlaşma süreci gerçekleşirse, terörle müzakere sonucunda biz DEM'i yüzde 18'lerde görürüz. Bu gidecek yüzde beş, şimdi büyük bir bölümü Güneydoğu Anadolu'da AK Parti'ye oy veren seçmendir. Çünkü AK Parti'ye oy veren Güneydoğu'daki seçmen, AK Parti AK Parti olduğu için oy vermiyor. AK Parti'ye oy veren Güneydoğu'daki seçmen, devlet olduğu için, devlet AK Parti'nin elinde olduğu için oy veriyor. Yani devletin yanında olmak adına oy veriyor. Ama bugün aynı seçmen bakıp “Tunceli valisinin yanında durmayan bir devlet benim yanımda hiç durmaz. Artık buralarda devlet DEM” deyip ona oy vermek zorunda hissedebilir. Çoğu da o oyu istemeyerek verir.
“Osman Kavala’nın adil yargılanmadığını düşünüyorum”
-Cezaevinden yaptığınız bir açıklamada “Osman Kavala’nın suçsuz olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum” dediniz.
Osman Kavala’nın adil yargılanmadığına inanıyorum. Dava ile tutuklanmadan önce ilgilenmemiştim. Ancak Silivri’de yargılanma sürecini anlatan bir kitap okuyunca adil yargılanmadığını gördüm. Siyasi fikirlerimiz çok farklı. Ve Kavala’nın temsil ettiği politik duruş ile hayatım boyunca mücadele ettim ve edeceğim. Ancak Adalet Mülkün -yani devletin- Temelidir. Ve her yurttaş adil yargılanma hakkına sahiptir. Can Atalay için de aynısını düşünmüştüm. Yargıtay milletvekilliğini iptal edince Yargıtay’ın bu kararını eleştirmiş, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanması gerektiğini açıklamıştım. Ayşe Barım’a gelince inanılır gibi değil. Hükümeti devirecekmiş ve bu 10 sene sonra ortaya çıkmış. Böyle bir şey olmaz. Ayşe Barım’a yöneltilen suçu Barım’ın işleme kabiliyeti yok. Hele üst mahkeme tarafından tahliye edildikten sonra bir ağır ceza mahkemesi tarafından tutuklanması ve tahliye eden hâkimin başına gelenler yargı bağımsızlığının olmadığının ve düşman ceza hukuku uygulamasının en somut göstergesidir.
“Selahattin Demirtaş’ın suçlu olduğunu düşünüyorum ama adil yargılanmalı”
-Bir de tabii Selahattin Demirtaş için söyledikleriniz var: “Cumhuriyet'in bir yurttaşı olduğu için, ben hangi haklara sahipsem, onun da aynı haklara sahip olması gerekiyor.” Yani onun da hapiste olmaması gerektiğini söylemiş oldunuz, değil mi?
Hayır, “adil yargılaması gerekiyor” dedim.
Osman Kavala-Selahattin Demirtaş
-Ama adil yargılama zaten AİHM kararlarında var ve adil yargılama olmuş olsaydı da zaten içerde olmazdı. Yanlış mı?
Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları anayasanın 10. maddesi çerçevesinde yargılanma hakkına sahip. Anayasanın 10. maddesi, herkesin yasaların önünde eşit olduğunu söylüyor. Yasalar birisine farklı, öbürüne farklı uygulanamaz. Benim yaşamın Demirtaş ve Öcalan’ın temsil ettiği Türkiye’yi bölmeyi hedefleyen PKK ve onun siyasi uzantıları ile mücadele ile geçti. Ve bu mücadeleden dolayı tutuklandım. Ancak ben Türk devletinin dininin adalet olması gerektiğini düşünüyorum. Demirtaş da anayasa ve yasalara uygun yargılanmalı ve ben suçlu olduğunu düşünüyorum cezalandırılmalı.
“Bugün Türkiye’de yaşayan muhalifler, 1950’lerde Amerika’nın güney eyaletlerinde yaşayan zencilere benziyor”
-AİHM Demirtaş için Türkiye’ye sadece “Adil yargılamadınız” da demedi, AİHM Türkiye’nin Demirtaş davasında AİHS’in pek çok maddesini ihlal ettiğine hükmetti. Siyasi hakların ihlal edildiğini söyledi.
Ben bir ilkeden bahsediyorum. Ben herkesin adil yargılanması gerektiğinden bahsediyorum, bu bir. İki, Türkiye Cumhuriyeti devleti Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni kabul etmiş mi? Etmiş. İmzalamış. Ve devlet olarak yükümlülük üstlenmiş mi? Üstlenmiş. Peki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ne zaman alınıyor ne zaman devreye giriyor? Siz adil yargılama yapmayınca. Siz adil yargılama yaparsanız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin söyleyebileceği hiçbir şey yok. Burada sorun Türkiye'den Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin önüne giden gayri adil yargılamaların sayısının çok yüksek olması. Onun için işte ‘düşman ceza hukuku’ diyorum ben artık. Yani içinden geçtiğimiz süreçte yargı bağımsızlığı falan izah etmek mümkün değil. Anayasanın 10. maddesinin askıya alındığı bir ortamdan geçiyoruz.
Bugün Türkiye’deki muhalifler olarak biz 1930’lu, 1940’lı, 1950’li yıllarda Amerika'nın güney ayetlerinde yaşayan zencilere benziyoruz. Yani anayasa üzerinde bazı haklarımız var, herkes eşit. Ama iktidar mensuplarına başka hukuk, muhalefet mensuplarına başka hukuk uygulanıyor. Bizim isyanımız bu. Bütün yurttaşlarına karşı anayasanın 10. maddesinin tekrar yürürlüğe girmesini istiyoruz biz.
-Ben şunu özellikle metropollerdeki Kürt seçmenlerden çok duyuyorum, Türk seçmenlerden de çok duyuyorum; “Öcalan'a ev hapsi olacak, umut hakkı verilecek ise Selahattin Demirtaş hala neden içeride?” Siz de burada böyle bir çarpıklık görüyor musunuz? Yani hükümette bir ikilik yaratma stratejisi görüyor musunuz?
Ben bu süreç eğer devam ederse Selahattin Demirtaş’ın da siyaseten serbest kalacağını söylüyorum. Yani iktidar hukukun bütün kurallarını uyguladığı, uyguluyor. Selahattin Demirtaş da bundan dolayı içeride kalıyor değil. Hükümet hukukun hiçbir kuralını uygulamıyor.
-Yani “çok abesle iştigal olacağı için” serbest bırakılacak, yoksa demokratikleşme ya da hukukun üstünlüğünün uygulanması önceleneceği için değil. Böyle mi?
Tabii tabii çıkacak yani. Çıkacak ve bu da bu sürecin parçası olacak.
“‘PKK’lılar çıkarken Özdağ içerde’ görüntüsü vermemek için beni çıkardılar, benden önce 200’e yakın PKK’lı serbest bırakıldı zaten”
-Siz de belki o yüzden çıktınız. Tam böyle bir zamanda, yani PKK’lılar affedilirken içerde tutulmanız infial yaratabileceği için. Böyle düşünüyor musunuz?
Tabii, ben suçlu olduğum için tutuklanmadım. Suçlu olduğum için de çıkmadım. Ama evet hükümetin hedefi Haziran’da İnfaz Yasası’nı çıkartmaktı ve tam o sırada “PKK’lılar dışarda, Özdağ içerde” görüntüsü istemediler. Benim tahliyem o nedenle hazirana denk getirildi. Benden önce 200'e yakın PKK'lı serbest bırakıldı zaten.
-Ama şimdi hâlâ süreç devam ediyor ve söylediğiniz gibi de çok kırılgan bir yerde… Ve siz dışarıdasınız! Tabii ki şunu anlayabiliyorum, siz de bir cezaevinden çıktıktan sonra bir dinlendiniz, kendinize geldiniz falan. Ama şöyle bir izlenimim de var; sanki bir tık daha düşük volümlü bir siyasete evrilmişsiniz gibi. Sanki eskisi kadar sivri dilli değilsiniz. Bu bilinçli bir tercih mi yoksa cezaevine girene otomatikman gelen bir hal mi?
Yok, şöyle anlatayım. Tabii beş ay süresince gelen merkezde yeni bir mücadele süresi için yapmamız gereken hazırlıklarla ilgili ben de zihni bir çalışma yaptım. Zaten tutuklanmadan önce Antalya’da yaptığımız il başkanları çalıştayının konusu da erken genel seçme hazırlık çalışmalıydı. Ve o bir dizi çalışmayı beraberinde getirecekti. Tabii iki gün sonra tutuklanınca bütün bunların hepsi kaldı ve bürokratik olarak ilerlemesi gereken birçok şey genel merkezde durduruldu. Ben de hapishaneden çıktıktan sonra bunları öncelik haline getirdim. Türkiye'nin en büyük sorunu sığınmacılar. Bu konuyu zaten çok iyi biliyoruz, halk da bizim konuda çok iyi anladı. Bir diğer önemli konu hiç şüphesiz anayasayı değiştirmeye hedefleyen terör ve müzakere süreci. Diyap Ağa Platformu diye bir platform kurma çalışmalarını başladık. Diyap Ağa biliyorsunuz, İstiklâl Harbi sırasında Dersim ve Mustafa Kemal'in yanında savaşan kahramanlardan birisidir. Bu Diyap Ağa Platformu’nda doğudan güneydoğudan batıdan bütün vatanseverleri bir araya getireceğiz. Bu arada Diyap Ağa’nın torunu Zafer Partisi’ne katıldı, birlikte çalışacağız. Zafer Ekonomik Konseyi'ni kurduk, ayın 19'unda ilk toplantısını gerçekleştireceğiz. Öte yandan, bir parti okulu kurma çalışmalarını başlattık, şimdi okulun kadrosu oluşuyor. Yani çıktıktan sonraki süreç dolu dolu geçti.
Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ ve T24 yazarı Cansu Çamlıbel
“İkinci bir tutuklamayla ilgili kaygım yok, bir de her şeyin sadece ilki ürkütücü, ikincisinin bir ürkütücülüğü yok!”
-Aslında şunu söylüyorsunuz; “Ben cezaevinde yumuşamadım ya da korkmadım, ben başka işlerle meşgulüm.”
Ben suçsuz olduğum halde tutuklanacağımı öngörerek tutuklanmadan aylar önce Prof. Dr. Ali Şehirlioğlu ile konuştum. Ve kendisine tutuklanabileceğimi, tutuklanmam durumunda genel başkan vekili olarak partiyi kendisine emanet edeceğimi söylemiştim. Tutuklama gerçekleşti. Suçsuz bir insanı oturup sahte deliller ile suç üretmezler ise ancak bu kadar hadi bilemedin birkaç ay daha içeride tutarlar. Türk halkı hangi partiye oy verirse versin bu sürecin adaletsizliğini gördü ve ifade etti. Ben daha fazla siyasi mağduriyet yaratmanın iktidara zarar vereceğini düşünüyorum ve bundan dolayı ikinci bir tutuklama ile ilgili herhangi bir endişem yok. Sanırım öğrenmek istediğiniz bu. Bir de her şeyin ilki ürkütücü. İkincisinin bir ürkütücülüğü yok.
“Dil ve ton değiştirmedim ama yeni bir iletişim stratejisi geliştiriyoruz”
-Hep size birileri ‘provokatör’ dedi. “Öyle bir dil kullanıyor ki, sığınmacı düşmanlığı yaparak halkı tahrik ediyor” dediler ve hatta Kayseri meselesini siz provoke etmişsiniz iddiasıyla bir mahkeme süreci de yaşandı. Bütün bunları yaşadıktan sonra şimdi siz de yeniden ‘provokatör’ yaftasına maruz kalmak istemiyormuşsunuz gibi bir hissiyatım var. Yanlış mı hissediyorum?
Cumhur İttifakı’nın öyle bir trol ordusu ve anlayışı var ki, Ümit Özdağ veya Zafer Partisi “Su sorunu var” deyince “Siz Arap kardeşlerimizi su vermemize karşı çıkıyorsunuz” diye ayaklanıyorlar. Onun için siyasi retoriği trollere göre belirlemek söz konusu olamaz.
Ancak daha geniş seçmen kitlelerine ulaşmak için yeni bir iletişim dili geliştiriyoruz. Bu Silivri’de tutukluluk sürecinden tamamen bağımsız olarak, onun çok öncesinde bu konuda iletişim uzmanlarıyla konuştuğumuz ve kararlaştırdığımız bir konu idi. Ve onlardan aldığım bazı tavsiyeler oldu. Bu tavsiyeleri yaşama geçirmeye başlamıştık zaten ki bu dava gerçekleşti, tutuklama gerçekleşti. Aslında verdiğimiz mesajların içeriğinde bir fark yok ama tonlama farkı daha fazla duyulmasını sağlıyor. Siyasette amaç Süleyman Demirel'in en basit ifadesiyle “Kendi tarafınızda olanların sayısını arttırmak, karşı tarafta olanların sayısını azaltmaktır. Ne kadar güçlü bağırdığınız değildir”. Şimdi siyasette keskinlikten derinliğe doğru adım atıyoruz.
“MİT Akademisi’nin son raporu beni doğruluyor”
“Benim 2020’den beri söylediğimi bugün kendileri de söylüyor, halkın farkındalığını arttırmak için dizi çektirilmeliymiş”
-O zaman haklıyım, strateji değişeceksiniz.
Bu, dil ve ton değişikliğinden ziyade bir iletişim stratejisi değişikliği. Esasen güçlü bağırmak da bir iletişim stratejisiydi. Nasıl bir iletişim stratejisi? Sizi televizyonlara çıkartmıyorlar. Sığınmacı konusunun konuşulmasını iktidar da muhalefet deistemiyor. Erdoğan'ın en büyük başarısı nedir? Gündemi belirlemesi. Erdoğan'ın bütün iktidarı boyunca başarısız bulundurduğu tek konu vardır. O da sığınmacılar konusuydu. Gündemi belirlemek istedi, onu belirletmedik. Sığınmacılar konusunda AK Parti’nin bütün gündemden düşürme çalışmalarına rağmen gündemi Zafer Partisi belirledi. Bu benim iletişim dilim sayesinde oldu. Ama artık benim bu tür bir iletişime ihtiyacımız yok sığınmacılar konusunda. Çünkü toplum bütün her şeyiyle farkında sığınmacılar ve kaçaklar konusunun.
Türkiye Cumhuriyeti devleti sığınmacı ve kaçaklar konusunda yeterli istihbarat elde edemediğini itiraf etti. Nerede itiraf etti biliyor musunuz? Milli İstihbarat Akademisi'nin yayınlamış olduğu son İsrail-İran savaşına dair Ağustos 2025 Raporu var. Şimdi size oradan okuyacağım: “Geldiğimiz noktada güvenlik ve istihbaratın yalnızca kamu kurumları tarafından sağlanması mümkün değildir. Bu doğrultuda halkın farkındalığını arttıracak kampanyalar düzenlenmeli. Konferanslar, reklamlar ve diziler gibi iletişim araçları aktif şekilde kullanılmalıdır.” Bakın bunu birkaç hafta önce yazmışlar, ben bunu 2020 Şubat’ında Stratejik Göç Mühendisliği kitabımın 83. sayfasında söylemişim. Şimdi devletin istihbarat kurumu “Türk halkını sığınmacılar konusunda bilgilendirmeliyiz ve bunun için konferanslar, reklamlar ve diziler gibi iletişim araçları aktif şekilde kullanılmalıdır” diyor. Şaka gibi değil mi? E ben yaptım, Zafer Partisi yaptığı için “Irkçı, Arap düşmanı” diye suçladınız, beni de hapse attınız. Trollere benim için “Arap düşmanı” dedirttiler, “İslam düşmanı” dedirttiler. Bunların hepsi yalan. Biz salağa salak der geçeriz. Gördünüz mü bak, yeri gelince esirgemiyorum lafımı!
“Kemal Bey 2023’te seçimi kazanmak istemiyordu, o ittifak görüşmesinde de bunu kendisine söyledim, o da bana ‘Kaybedersem kaybedeyim’ dedi”
-Kemal Kılıçdaroğlu’nun size 2023 seçimlerinin ikinci turunda destek için üç bakanlık teklif ettiğini ifşa ettiğiniz mülakatı ben yaptığım için, iki sene sonra Türk siyasi tarihine geçen o konuyu nasıl bir yere koyduğunuzu sormam şart. Kemal Bey’in bugün CHP tabanından gelen itirazlara rağmen partisinin 2023 kurultayı mahkeme tarafından ‘butlan’ ilan edilirse geri dönmek istediğine dair kuvvetli bir kanaat var. Bütün yaşananlardan sonra 2023’te Kemal Kılıçdaroğlu ile o tür bir mutabakatı kabul ettiğiniz için pişman mısınız?
Hayır, doğru yaptık. Ama kazanmak istemeyen bir adama kazandıramazsın.
-Sorun Kemal Bey'de miydi? Evet, sorun Kemal Bey'deydi. Kazanmak istemiyordu.
-Bunu nereden anladınız? Ben kendisine bunu söyledim. Dedim ki eğer benim İçişleri Bakanlığımı ön plana çıkartmazsanız, bu seçimi kaybedeceksiniz. Çünkü ikinci turda oy verecek seçmen, sizin Erdoğan'dan cumhurbaşkanlığını devralmanızı değil, benim Süleyman Soylu'dan İçişleri Bakanlığını devralmamı görmek isteyen seçmen. Kılıçdaroğlu bu uyarıma “Kaybedersem kaybedeyim” diye cevap verdi.
“Ben Mansur Bey’in aday olması gerektiğini Nisan 2022’da açıkladım, anketler hâlâ kendisini çok güçlü gösteriyor”
-Ama size üç bakanlık sözü verdi…üzerine MİT başkanlığı sözü bile verdi.
Kazanmak istemedikten sonra hiçbir önemi yok ki. Özetle, biz Zafer Partisi olarak ikinci turda yapmış olduğumuz tercihin doğru olduğunu düşünüyoruz. Ama kazanmak istemeyenleri de kazandıramadığımızı gayet net bir şekilde gördük. Oyu da arttırdık mı? Evet arttırdık. Fakat ben Mansur Bey'in (Yavaş) aday olması gerektiği Nisan 2022'de açıkladım ve anketler öyle gösteriyordu, saha öyle gösteriyordu. Eğer kabul edilseydi bu farklı bir Türkiye olurdu.
-Hâlâ da öyle mi gösteriyor anketler?
Hâlâ anketlerde Mansur Bey çok güçlü çıkıyor.
“Erdoğan ile Öcalan’ın ittifak yaptığı bir ortamda bizim muhalefet partileri olarak ‘armudun sapı üzümün çöpü’ deme düşüncemiz olamaz”
-Bir sonraki seçimlerde, 2027 ya da 2028’de, yine muhalefet partileri arasında Erdoğan’a karşı bir ittifak olabilir mi sizce?
Olabilir tabi.
-Zafer Partisi, İYİ Parti ile birleşebilir mi mesela? Çünkü Müsavat Bey'in mesajları biraz da böyle algılandı.
Bakın, Bahçeli ile Abdullah Öcalan'ın ittifak yapacağınızı size birisi söyleseydi, bu adamı niye içmişlerdiniz bir sene önce, doğru mu? Şimdi Bahçeli'yle Öcalan'ın ittifak yaptığı bir durumda bizlerin “armudun sapı, üzümün çöpü” diyerek bir araya gelmemek gibi bir düşüncemiz olabilir mi? Bunu çocuklarımıza anlatabilir miyiz? Bunu tarihe anlatabilir miyiz? Bunu millete anlatabilir miyiz? Hayır anlatamayız. Onun için hep bir araya gelmenin şartlarını oluşturmalıyız diye düşünüyorum. Konuşmak için çok erken. Siyasette 24 saat çok uzun bir süredir. Ama muhakkak Türkiye seçimlere ittifaklarla gidecek. Zafer Partisi seçim ittifaklarından kapalı değil. Olmasını arzu ederiz.
-Ve sizin için bugünden bakıldığında Erdoğan’a karşı muhalefet blogunun adayı Mansur Yavaş mı olmalıdır?
Hayır, bugünden ‘şudur’ demek doğru değil. Bir aday çıksın da ondan sonra konuşuruz.
-Ekrem İmamoğlu geçen hafta Bloomberg’e verdiği mülakatta “Adaylığım engellenirse demokratik muhalefet yine birleşmeli. Adaylığım engellenirse başka ismi destekleyebilirim” dedi. Yani seçmene, daha bugünden ‘başkasının arkasında da gönül ferahlığıyla hizalanabilirsiniz’ mi demek istiyor?
Açıklaması ben de öyle okudum.
-Sizce bu siyaseten doğru bir taktik mi?
Buna taktik demeyelim, bu bir zorunluluk da olabilir yani.
“Siyaset mümkün olanın sanatıdır, Türkiye tek bir adaya bağlı kalamaz”
-Ama sonuçta CHP tabanında hala İmamoğlu’nun ne olursa olsun partinin ‘cumhurbaşkanı adayı’ olarak tutulmasını isteyen ciddi bir çoğunluk var.
Siyaset mümkün olanın sanatıdır. Türkiye bir tek muhalefete ve bir tek adaya bağlı kalamaz. Birçok aday çıkabilir ortaya.
Ümit Özdağ
“Ekrem Bey özgürlüğüne kavuşana dek kendisine yönelik bir eleştirim olmayacak”
-Dikkat ediyorum da son günlerde sosyal medyada sizin CHP’ye, daha çok da Ekrem İmamoğlu’na yönelik eleştirilerinizin videoları dolaşıyor. Altına yazılan yorumlar ise daha dikkat çekici; “Onlar da sizin gibi haksız yere yatıyor. Nasıl bunları söylersiniz?” gibi yorumlar var. Siz bu eleştirileri 17 Haziran’da tahliye olduktan sonra mı getirdiniz?
Hayır, Haziran'da tahliye olduğundan bu yana Cumhuriyet Halk Partisi ile ilgili benim kapsamlı bir açıklamam, değerlendirmem olmadı. Bu arada Sayın Özgür Özel'le iki kez görüştük. Ben görüşlerimi kendisiyle birebir paylaştım ama kamuoyuna bir açıklamam olmadı. Bu dönemde Cumhuriyet Halk Partisi'ni daha yakından tanıma imkânım oldu.
Ben Cumhuriyet Halk Partisi'nde bugün adeta iki partinin birlikte yaşadığını düşünüyorum. Birincisi, Cumhuriyet Halk Fırkası, ikincisi de Hürriyet ve İtilaf Fırkası. Anadolu'daki vekillerin hemen hemen hepsi ve Cumhuriyet Halk Partisi kitlesinin yüzde doksanı, doksan beşi Cumhuriyet Halk Fırkası'nda siyaset yapıyorlar. Ama özellikle büyükşehirlerde liberal sol anlayışın hâkim olduğu ve ihtilafçı yapı var. Bunu Öcalan Komisyonu’na katılım konusunda içeride yaşadıkları tartışmalar üzerinden de gördük. Cumhuriyet Halk Partisi tabanının büyük bir bölümü bu katılmaya karşı çıkıyor. Bu bir durum tespiti. İsterseniz bunu eleştiri olarak alın.
Öte yandan, Ekrem Bey'in (İmamoğlu) siyasi anlayışına yönelik benim geçmişte birçok eleştirim oldu. Ancak şu anda kendisi elleri kolları bağlı bir şekilde Silivri’de. Ben elleri kolları bağlı olan bir siyasetçiyi eleştirmem. Özgürlüğüne kavuşmadığı sürece de kendisine yönelik bir eleştirim olmayacak. Yani o eski eleştirilerimin arkasındayım. Ama kendisiyle ilgili yeni bir eleştirim olmadı. İnşallah en kısa zamanda özgürlüğüne kavuşmasını dilerim.
“CHP komisyona katılmasaydı o masanın meşruiyeti olmazdı”
-Siz CHP’nin komisyona katılmasına şiddetle karşı çıktınız. Nihayetinde komisyona tek katılmayan, Meclis’teki parti İYİ Parti oldu. Salt tepki koyma noktasından bakılmadığında -CHP’nin o komisyonda adeta bir ‘göz’, ‘kulak’ ve ‘fren’ vazifesi görmesi nihayetinde bu süreçten huylanan herkes açısından bir tür emniyet sibobu değil midir?
Ben öyle düşünmüyorum. Cumhuriyet Halk Partisi orada olmasaydı, bu masanın meşruluğu olmazdı. Bir çeşit ‘ahbap çavuşlar masası’ olurdu. Cumhuriyet Halk Partisi'ni masaya oturtmak istemelerinin nedeni bütün bu sürece meşruluk kazandırmaktı. Cumhuriyet Halk Partisi de masaya oturarak bu sürece bir meşruluk kazandırdı. Üstelik sonucu değiştirme imkanına ve yeteneklerine de sahip değil.
-Ama kendi belediye başkanlığını dışarı çıkarma yeteneğine sahip olmuş olabilir.
O zaman şunu söylemiş oluyorsunuz siz; “Öcalan'la müzakereleri meşrulaştırma karşılığında kendi belediye başkanlarını kurtarma” yoluna gittiler. Bakın, “eşit vatandaşlık” demek “Türkiye'de iki tane millet var” demektir. Türkiye'de iki tane milletin varlığını kabul ederseniz Türkiye'nin birliğini nasıl muhafaza edeceksiniz? Bu sürece bakınca görüyorum ki Anayasa’nın 10. maddesi ile 66. maddesi birlikte değerlendiriliyor. 10. maddesi diyor ki; “Herkes, ırkı, mezhebi, dili ne olursa olsun yasalar önünde eşittir.” Yani Anayasamız herkesi vatandaşlık açısından ‘Türk’ kabul etmekle birlikte 10. Madde’de farklılıklar olduğunu zaten kabul ediyor.
“İki millet, iki ayrı devletle sonuçlanır”
-Peki vatandaşlık bağı daha evrensel bir dil kullanılarak sadece ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı’ üzerinden tanımlansa neden memleket bölünsün? Etnik bir vurgu olmadan daha evrensel bir vatandaşlık tanımı yapılsa, ne kaybetmiş oluruz?
Bu milletin bir adı var, bu millet Türk milleti. Almanya'da bakın, nüfusun yüzde 24’ü oranında yabancı var. Milyonlarca yabancı, Alman vatandaşı olmuş durumda. Ve Almanlar yasalarında bir değişiklik yapmadılar; “Alman halkı” diyorlar. Türk milleti, bu milletin adı, neden ‘Türkiyeli’ olarak değiştiriyoruz?
-Ben öyle bir değişiklik yapalım demedim ama bu dediğiniz anayasada başka türlü de ifade edilemez mi? Böylelikle de kendisini yasa önünde ‘dışlanmış’ hisseden herkes açısından daha kapsayıcı bir yaklaşım ortaya koymuş olmaz mı devlet
Burada Atatürk'ün bulduğu çözüm en kapsayıcı çözüm. ‘Tek millet’ demiş, adı da ‘Türk milleti’. Bu zaten sizin bahsettiğiniz kapsayıcılığı ifade eder. Şimdi burada şunu söylüyor bu tanımın kapsayıcılığına itiraz edenler; “Biz Türklerle aynı haklara sahibiz ama Türklerle aynı haklara ‘Türk’ olarak sahibiz. Biz Türklerle aynı haklara Kürt olarak sahip olmak istiyoruz.” İşte o zaman da aynı coğrafya üzerinde iki tane millet oluyor. İki millet iki ayrı devletle sonuçlanır. Bu böyledir. Çünkü anayasaya bunu yazdığınız andan itibaren, kurucu ortak oluyorsunuz. Kurucu ortak, milletlerin kaderlerini tayin atmayacağımız çerçevesinde, zamanı geldiğinde, şartlar olunca ayrılan ortakta olabilir.
“Devlet Bey ‘ikinci bir cumhuriyet’ten bahsediyor, kurucu önderleri Öcalan, Bahçeli ve Erdoğan olan bir ‘ikinci cumhuriyet’
-O yüzden mi Devlet Bey ‘kurucu önder’ ifadesini kullandı sizce? Yani Öcalan, ‘PKK’nın kurucu önderliği’nden bu sizin bahsettiğiniz türde yeni bir devletin ‘kurucu ortaklığı’na mı transfer oluyor aslında bu süreçte?
Devlet Bahçeli, ‘ikinci bir cumhuriyet’ten bahsediyor. Birinci cumhuriyetin kurucu önderi Atatürk, ikinci cumhuriyetin kurucu önderleri ise Bahçeli, Erdoğan ve Abdullah Öcalan.
“Devlet Bahçeli’nin erken seçime gidebileceği tezine katılmıyorum çünkü seçim olursa MHP fena halde baraj altında kalır
-Ülkücü camianın içinden gelen yazar Mümtaz’er Türköne uzun zamandır Erdoğan’ın ‘Terörsüz Türkiye’ projesini akamete uğratması durumunda Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı yapabileceğini ileri sürüyor. Siz bir ülkücü olarak adı geçen iki karakteri de tanıyorsunuz. Sizce Bahçeli’nin bu ittifakı bozması ihtimal dahilinde mi hakikaten de?
Ben Türköne’nin bu tespitine katılmıyorum. Böyle bir seçim olması durumunda Milliyetçi Hareket Partisi fena halde baraj altında kalıyor. Bugünkü tablo bunu gösteriyor. O yüzden de Devlet Bahçeli böyle bir yol seçmez.
-O halde siz Devlet Bey'in bu ittifakı bozmayacağını çünkü MHP’nin de AKP’ye mecbur olmaya devam ettiğini düşünüyorsunuz.
Kesinlikle.
“Hama'nın kuzeyindeki dağda türbe düştükten sonra Türkiye sürece dahil oldu”
-Son bir tur hükümetin dış politikasına dönmek istiyorum. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın YPG omurgasına oturan Suriye Demokratik Güçleri’ne hitaben “İsrail’in Suriye’deki maşası olmaktan vazgeçin” dedi. Hakan Fidan’ın söylediğinden çok daha ileri bir şey söylüyorsunuz. Ümit Özdağ’a göre SDG ‘maşa’ olmaktan çok öte bir yerde ve “İsrail’in Suriye’deki ordusu.” Ve bugün gelinen noktayı da tarihsel perspektifte şöyle yorumluyorsunuz: “Kürtlerin yönetimde olacağı bölgeler İsrail ile Türkiye arasında tampon görevi görecek.” Aslında ben böyle özetledim. Doğru bir özet mi?
Bakın, Suriye'de rejimi Türkiye devirmedi. Suriye'de rejimi İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri devirdi. Hatta Türkiye Beşar Esad rejimini devirecek bir operasyona Rusya’nın olası ağır tepkisinden ötürü karşıydı. Türkiye Esad’a yönelik operasyonu iki defa da engelledi. Ama bu son süreçte şu oldu; 21 Kasım’dan itibaren HTŞ’nin içerisindeki Özbek, Uygur, Çeçen birliklerden cep telefonlarını topluyorlar. Saldırı ise 27'sinde başlıyor. Tabii saldırı öncesindeki bu hareketlilikleri Ruslar da görüyorlar, İran da görüyor. İran'ın zaten o noktada karşı duracak hali yok çünkü İsrail bu harekât öncesinde İran'ın bölgedeki bütün mevzilerini bulmuş ve dağıtmış. 27 Kasım 2024’te operasyon başladığı zaman Ankara'nın haberi yok operasyondan. Bir şeyler olduğunu görüyorlar ama başlayacağını tam bilmiyorlar. Başladıktan sonra da Halep’te duracak zannediliyor. Ama Halep bir buçuk gün içinde düşüyor. Hiç beklenmedik bir şey. Çünkü Ruslar bir anlaşma yapmışlar; Suriye'yi veriyor, Ukrayna'yı alıyorlar.
-Peki Türkiye hangi noktada Esad’ı düşüren operasyona müdahil oldu, onu da biliyor musunuz?
Hama'nın kuzeyinde bir dağ var, dağın üzerinde bir türbe var. Bu türbe düştükten sonradır Türkiye’nin sürece dahil olması. Çünkü o noktada artık Rusya’ın bu operasyonu durdurmayacağını anladılar. Bu bir İsrail projesiydi ve sonuçlarını da İsrail topluyor. Ve İsrail bu projeyi 1982'de Oded Yinon'un Dünya Siyonist Örgütü'nün yayınladığı Kivunim dergisinde yazmış olduğu yazıyla ortaya koydu. Ne dedi orada Yinon? “Irak üçe bölünecek, Suriye ise dörde bölünecek.” İşte bugün o oluyor; Suriye dörde bölünüyor. Kürtler, Nusayriler, Araplar ve Dürziler. Tabii o yazı yayımlandığında Kürtlerden hiç bahsedilmemişti. O dönemde şu denklem üzerinden bakılıyordu buna; Şam'da ve Halep'te birbirine rakip iki Sünni Arap devleti, Nusayriler ve Dürziler. Ama sonradan buna bir ‘Büyük Kürdistan’ projesi eklendi. Ve o da bir ‘İsrail’in güvenliği projesidir’. Yani “Bir Müslüman İsrail olarak Kürdistan’ı Orta Doğu'ya yerleştirme” projesi. Tabii bu projenin bir amacı da Türkiye'nin güneydoğusundaki su kaynaklarını Türkiye'den koparmak.
-Aslında bu analizinizi tersten okunduğumuzda, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli liderliğinde başlayan ‘Terörsüz Türkiye’ sürecine neden olan kaygıları bizzat paylaştığınızı da söylemiş oluyorsunuz. “Bizim Türkiye içinde Kürt sorununu hızla çözmemiz lazım” diye düşünülmesinin sebebi zaten bu anlattığınız kaygılar.
Tam burada şunu hatırlatayım; Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş 20 Mayıs’ta gençlere hitaben bir konuşma yaparken “Amerika, Orta Doğu'ya müdahale etti, Libya'yı böldü, Irak'ı böldü, Sudan'ı böldü, Suriye'yi böldü. Şimdi eğer biz bu çalışmayı yapmazsak Allah korusun biz de bölecekler” diyor. Büyük bir korkuyu ifade ediyor. Buna karşın Murat Karayılan’a bakıyorsunuz “Biz 15 yıl daha savaşırız” diyor. Bu, inanılır gibi değil. 5 Ağustos'ta ise Numan Kurtulmuş, malûm komisyonda yaptığı konuşmada “Allah korusun biz başarısız olursak ne Türkiye ne de bölge başladığımız noktadaki gibi kalır.” Yani aslında hükümet bir anlamda komisyonu tehdit ediyor. Korkarak devlet yönetemezsiniz. Türkiye Irak değil, Türkiye Suriye değil. Türkiye'yi böyle önüne gelen -Amerika Birleşik Devletleri dahil- önce parçalayıp sonra Iraklaştırıp sonra da Suriye ile birleştiremez. Türkiye'nin farklı bir jeopolitiği var ve bu jeopolitiğin ona vermiş olduğu avantajlar var. Türkiye'de hala kurum olarak bir devlet var.
Daha net konuşalım; İsrail istese de Türkiye’de bir iç savaş çıkaramaz. Böyle bir kapasiteye sahip değil. Savaştığı ve yaşamsal tehdit gördüğü, çok kapsamlı bir istihbarat ağı oluşturup suikastler düzenlediği İran’da iç savaş başlatamayan İsrail Türkiye’de mi iç savaş başlatacak? Evet, İsrail’in ve Batı’nın gündeminde bir gün Türkiye iç savaşı vardır ancak buna daha çok zaman var. Türkiye alacağı önlemler ile bu projeyi bozacak güçtedir. Kimse “İsrail iç savaş çıkaracak, onlar iç savaş çıkarmadan biz PKK’ya istediklerini verelim” diyerek Türk milletini kandıramaz.