Türkiye’nin en saygın siyasetçilerinden Hikmet Çetin’den duymuştum.
Dışişleri Bakanı iken çok yakından izlediğim Hikmet Çetin, Bakü’de dönemin Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’le görüştükten sonra birlikte basın toplantısında gazetecilerin karşısına çıkarlar.
Gazeteciler, Çetin’i sadece Azerbaycan değil, başka konularla ilgili de hayli çetin sorularla sıkıştırırlar. Azerbaycan basını ise suya tirit sorular sorar.
Yeni bağımsızlığını almış Azerbaycan’ın bugünden yarına demokratik bir rejime geçmesi tabii beklenmiyordu. Türk tarafının misal seçim döneminde Azerbaycan’a “bari seçimleri yüzde 98 gibi oranlarla kazandığınızı söylemeseniz; oranları biraz daha indirseniz,” mealinden komik tavsiyeler verdiğini hatırlıyorum.
Anekdota dönersek.
Çetin bir ara Aliyev’in kulağına “Bak bizimkiler beni nasıl zorluyor” demiş. Aliyev ise “Bizimkilerde komünist disiplini vardır” diye cevap vermiş.
Şimdilerde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı Bakü’de Türk gazeteciler tarafından sıkıştırılırken görebilir misiniz? Olsa Olsa Azerbaycanlı gazeteciler sıkıştırır ki, o da ülkenin demokratikleşmesi değil, Türkiye - Azerbaycan dengesinin değişmesinin sonucudur. Eskiden Türkiye’ye dokunmayan Azerbaycan basını, Bakü’nün huzursuz olduğu konularda Ankara’yı eleştirmekten geri kalmıyor. Hatta Ankara’daki Azerbaycan büyükelçisinin de özgüven patlaması sonucu bazı üstenci tavırlarının artık rahatsızlık verdiği kulağıma gelen duyumlar arasında.
Ama konumuz Azerbaycan değil. Konumuz basının eleştirileri karşısında Hikmet Çetin’in sergilediği özgüven ve anlayışa dayalı siyasi kültürün günümüzdeki eksikliği.
90’lı yıllarda diplomasi muhabirliği
90’lı yıllar için konuşabilirim. Nasıl ki AK Parti, kendilerinden önce her şeyin kötü olduğunu savunuyorsa, ben de tersini yapıp her şey harikaydı güzellemesi elbet yapmayacağım. Evrensel gazetecilik standartları vardı diye tabii ki iddia etmeyeceğim.
Ama biz diplomasi muhabirleri olarak sürekli birbirimizi atlatmaya, bunun için de dış politikanın açıklarını yakalamaya çalışırdık. Dışişleri’ni ve Dışişleri Bakanı’nı zorda bırakan çok manşetler atılmıştır. Bu manşetler nedeniyle Dışişleri’nin gazetecilere mesafe koyduğunu hatırlamıyorum. Hatta yalan yanlış abartılı haberler karşısında bile esip gürleme olmazdı.
Bakanlık yetkilileriyle yaptığımız konuşmalar tek yanlı bilgi almaya dayalı değildi. Şimdiki gibi bilgi notlarını copy paste yapıp kendi görüşümüz gibi yansıtmamız söz konusu olmazdı. Bilgi notlarını “Ankara’nın tespiti şu yönde; hükümet şöyle düşünüyor; Dışişleri’nin değerlendirmesine göre” derdik; sanki biz bölgeye gidip, o tespitleri kendimiz yapmışız gibi davranmazdık.
Varsa bir manipülasyon çabası; o çabayı elimizden geldiğince boşa çıkarmaya gayret eder, en azından demin yazdığım gibi kaynağa doğrudan atıfta bulunarak, bahse konu görüşün, tespitin bize ait değil, “Dışişleri’ne” ya da “yetkililere ait” olduğunu belirterek manipülasyona alet olmamaya çalışırdık.
Herkes adına konuşamam ancak çoğunluk diplomasi muhabirlerinin diplomatlarla diyaloglarında sanırım en çok “ama” lafı geçmiştir. “Böyle diyorsunuz ama öyle iddia ediyorsunuz ama.” Verilen bilgilerin başka kaynaklarla sağlamasını yapmaya da uğraşırdık.
Eleştirilere alışkın olmayan bir bakan profili
Nereden nereye geldik.
Darbe teşebbüsünden sonra, İstanbul’da görev yapan Avrupalı bir konsolosla konuşurken, çok sayıda tehdit aldıklarını söyleyip, “Ne kadar endişeli olmalıyız acaba?” diye sormuştu bana.
Şöyle bir yanıt verdiğimi hatırlıyorum:
“Darbe teşebbüsünden önce bu soruyu sorsaydınız size şöyle söylerdim: ‘Türkiye, misafir ettiği diplomatik temsilcilerin korunmasında azami dikkati gösterir. Elbet o ülkenin de gösterdiği hassasiyetler karşılıklılık ilkesi uyarınca dikkate alınır. Ama ilişkiler ne kadar kötü olursa olsun, devlet kendi toprakları üzerinde yabancı yetkilileri koruyamadı dedirtmez. Bu konuda çok çok özel bir hassasiyet vardır. Darbe teşebbüsü devletin kılcal damarlarına nasıl sızıldığını, kimyasıyla nasıl oynandığını ortaya çıkardı. Bu noktadan sonra aynı görüşü aynı özgüvenle söyleyemem.”
İyi ki temkini elden bırakıp, merak etmeyin dememişim.
Bu sohbetin üzerinden üç dört ay geçtikten sonra, Ankara’nın göbeğinde Rus Büyükelçi öldürüldü.
Geriye sarıp baktığınızda Hakan Fidan’ın MİT müsteşarlığı sırasında geçmişte benzerlerine rastlanmayan, ağzımızı açıkta bıraktıracak türden istihbarat zafiyetleri yaşandı. Üstelik mızrağın çuvala sığamadığı durumları biliyoruz. Bunlarla ilgili pek çok soru işareti de havada asılı kaldı.
İstihbarat teşkilatının başındakiler tüm dünyada gölgede kalırlar. Göz önünde bulunmadıkları için eleştiriden azadedirler. Performanslarıyla ilgili farklı türden denge denetleme mekanizmaları işler.
Demeye çalıştığım; Hakan Fidan kısa süre öncesine kadar arkasında 20 küsur yıllık kariyeri olan bir bürokrattı. Diğer üst düzey bürokratlara oranla da gölgede kaldığı için eleştiriye kapalı bir sistemde görev yaptı.
İki yıldır ise Dışişleri Bakanı sıfatıyla, siyasetçi olarak kamuoyunun karşısında. Siyasetçilerin normal şartlarda eleştiriye açık olmaları beklenir. Tabii en tepedeki açık olmayınca diğerlerinin de tolerans marjı sıfır düzeyinde.
Yine de siyasette ne yaparsanız yapın eleştiri sizi gelip buluyor. Uzun yıllar eleştiriden azade görev yapıktan sonra eleştiriye alışmak kolay olmayabilir.
İlk günden itibaren bir “siyaset üstü devlet adamı” imajı sergilenmeye çalışılmış olabilir. Ancak AK Parti iktidarı devletle hükümet arasındaki ayırımı ortadan kaldırdığı için, bu imajı muhafaza etmek kolay değil.
Misal; her bakan gibi dışişleri bakanları da kendi seçim bölgesinde seçim çalışması yapar. Ama Fidan yerel seçimlerde, hükümet değil devlet adına konuşurmuş gibi yapıp, mesele sanki bir güvenlik meselesiymiş gibi Ekrem İmamoğlu’nun aleyhine konuşunca, “siyaset üstü devlet insanı” imajı seçim sonuçlanınca çizik yemiş oldu.
İsrail konusunda bir belgeye konacak imza konusunda da CHP’nin eleştirilerine verilen yanıtlar bir hayli acemiceydi. Dediğim gibi; alışmak zaman alabilir. Yeter ki, eleştiri yapana vatan haini gözüyle bakılmasın.
Aslında dış politikada muhalefet hele de basın iktidar açısından kimi zaman önemli bir karşı kozdur. Misal karşınızdaki ülkeden bir şey isterken, karşınızdaki de karşılığında sizden bir şey istediğinde ve bunu özellikle de yerine getirmek istemezseniz, topu muhalefete ve basına atarsınız. “Biz hükümet olarak bunu yapmak çok isteriz. Ama muhalefet bu konuda çok hassas. Basın duysa üzerimizde tepinir” diye karşı çıkabilirsiniz. “Bizim bunu yapmamız zor ama bizim sizden istediğimizi sizin yapmanızın önünde bir engel yok ama” diyerek bir de üste çıkarsınız.
Bu türden örnekleri çoğaltabiliriz.
Bakanın bir siyasetçi olarak eleştirilere karşı tecrübe kazanması için basının da yardımcı olması lazım. Ama pek de yardımcı olunmuyor sanki. İstihbarattan geldiği için midir nedir, bir ürkeklik, kalemlerde bir titreklik var gibi. Belki de kariyerine katkıda bulunmak istenmiyor. Bu da bir gerekçe olabilir tabii.
Her hâlükârda zehirleme yoluyla suikast gibi onca atlatılan varta varken, bakanın en son korkacağı basıdan gelen eleştiri olmalı.