Son günlerde, aniden ve neden olduğu bilinmeden, bilinse de söylenmeden Suriye’ye yeni bir askerî müdahalenin sözlü işaretleri dolaşıma sokuldu. Önce, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ağızlarından muhatabı belirsiz bir “böldürmemek için müdahale” uyarısı çıktı. MSB de Şam’dan “davet alındığını” açıkladı. Sonra da AKP Sözcüsü Ömer Çelik bu çıkışı sürdürdü.
O arada Paris’te Fransa Dışişleri Bakanı JM Barrot’nun evsahipliğinde Suriye Geçiş Dönemi Devlet Başkanı Ahmet El Şara ve SDG Komutanı Mazlum Abdi ile üçlü toplantı yapılacaktı. Abdi’nin Fransa Cumhurbaşkanı Macron tarafından da kabul edileceği duyurulmuştu. Belki, Türkiye’nin amacı yalnızca en üst perdeden bir müdahale uyarısıyla Abdi’nin bu toplantıya katılmasını önlemekti.
Zira, sonuç olarak Abdi Fransa’ya hiç gidemedi. Bunun yerine ABD’nin aynı zamanda Suriye Özel Temsilcisi olan Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’la Şara ve Barrot üçlü olarak bir araya geldi. Şara da adını koymadan SDG’ye yönelik “silâhların ucunda barış ve bütünleşme görüşmesi yapılamayacağı” yollu bir eleştiride bulundu. Bu eleştiri de bir bakıma MSB’nın “davet” açıklamasını tamamlamış oldu.
Dürzi-Bedevi çatışmasının sonuçları:
Sözkonusu diplomasi yani “salon” gelişmeleriyle eş zamanlı olarak alanda da gerginlik arttı. Şam’ın güneyinde Süveyde merkezli İsrail’e sınırdaş bölgede Dürzilerle Bedeviler çatıştı. Daha önce 1300 Arap Alevinin ölümüyle sonuçlanan olaylarda olduğu gibi bu defa da Şam’ın müdahalesi Dürzileri yatıştırmadı.
Aksine, üç akil rehberden Hikmet el Hicri dışındaki ikisi Şam yanlısıyken çatışmalar ve müdahaleler sonunda Dürziler tümüyle Şam’daki yeni yönetime karşı tutum aldı. Zira, artık Suriye üniforması giyseler de kafaları değişmeyen eski HTŞ militanları olayları yatıştırmada Bedevi yanlısı, mezhepçi, ayrımcı ve şiddete dayanan yöntemler benimsedi.
İsrail de havadan Dürzilerden yana müdahale etti. Barrack ise Şara’ya kapsayıcılık uyarısında bulunmak zorunluluğunu duydu. Sonuç olarak Dürziler kendi bölgelerinde üzerlerine Suriye üniforması giymelerine de gerek kalmadan iç güvenlik başta fiili bir özerklik elde etti. Varılan uzlaşıyı korumak ödevini doğrudan ABD üstlendi. İsrail kendine sınırdaş alana ağır silâh ve zırhlı araç sokulmasını önlemiş oldu.
Bilahare çıktığı TV yayında Fidan önce ABD Büyükelçisi Barrack’ı övgülere boğdu. Sonra Suriye konusunda “illa ben güç kullanmaktan bahsetmiyorum”, “her türlü senaryoya hazırız” gibi ılımlı ifadelerle önceden çaldığı ezgiyi değiştirdi. Herhalde Abdi’nin Fransa’ya gidememesi gibi marjinal bir çıktı, koskoca Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden dışişleri bakanı olarak onu ziyadesiyle tatmin etti.
Suriye ve Kürt politikalarında tutarsızlıklar:
Oysa, Suriye’nin gerçekleri ortada: Şara’nın alternatifi yok. Buna karşılık İslamcılardan en çok cihatçılıktan pragmatikliğe dönüşmeleri beklenebileceği ama demokratlaşmalarının beklenemeyeceği açık. Dolayısıyla, bu yeni Suriye devletinin güncel rüşeym aşamasında Arap Aleviler, Dürziler, Hristiyanlar, Kürtler gibi azınlıklar hatta düpedüz sekülerler de kendilerini güvende hissedemez ve hissetmiyorlar da.
Bu topluluklardan Arap Aleviler batıda kıyıda, Dürziler güneybatıda İsrail sınırında, Kürtler de kuzeydoğuda Türkiye sınırında gerektiğinde kendilerini Şam’a karşı savunabilecek durumda kalmak ve belirli birer bölgenin iç güvenliğinde ve yaşantısında yine kendileri doğrudan egemen olmak eğilimindeler.
Durum bu iken SDG’nin üzerine baskı yapılarak silahlarını Şam’a teslim etmesi, gidip asker yazılıp Suriye’nin çeşitli yerlerinde görev üstlenmesi, en azından Dürzilerin edindiği düzeyde bir özerklikten aşağısına razı olması herhalde ne akılcı ne gerçekçi beklentiler. SDG yahut YPG/YPJ açısından da dümdüz sınır boyundan Türkiye’ye saldırmak veya orada Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturarak bulunmak bir seçenek değil.
Komşu Irak’ta Bağdat öylesine devasa bir zenginliğin merkezi ki federe Kürdistan Bölgesi’ni kendine bağımlı tutabiliyor. IKB’nin kendi içindeki ezeli KDP-KYB çekişmesi de işini kolaylaştırıyor. Ancak, Irak anayasası uyarınca bir federasyon olduğu gibi, vilayetlerin de kağıt üzerinde neredeyse federe bölgelere eşdeğer siyasal özerklikleri var.
Yine Irak deneyimi gösterdi ki federasyon çözüm değil. Lübnan deneyimi gösterdi ki silahların Hizbullah gibi oluşumların elinden merkeze alınamaması ve devlette inançlara göre yönetici görev dağılımı (konfesyonalizm) yapılması da çözüm değil. Lübnan, Suriye ve Irak’la karşılaştırılamayacak kadar yol almış ve çok daha derin demokrasi kökleriyle devlet kapasitesine sahip olsa da Türkiye’de de “anayasal statü” takıntısının hangi ortak soruna nasıl bir çözüm getireceği belirsiz.
SDG yahut YPG/YPJ Ankara’dan bakış ve hele varoluşsal düzeyde bir tehdit oluşturmuyorsa tüm teknolojik üstünlüğüne karşın yalnızca yedi buçuğu Yahudi on milyon nüfuslu İsrail mi tehdit? Bu varsayılan veya düpedüz yaratılan tehditler, her sınamanın varoluşsal düzeyde görülmesi dış politika ve ulusal güvenlik politikalarında doğruların gerçekler üzerine kurgulanması ilkesiyle temelden çelişkili. “Süreç bölgesel konjonktürün zorlamasıyla başladı” iddiası da havada kalıyor.
Tutarsızlıklar bu kadarla da bitmiyor. İçeride siyasetle mücadele, terörle müzakere yaklaşımı çelişkili. “Terörsüz Türkiye” denilen sürecin olması gereken özüyle, Paris ve müdahale tehdidi örneğindeki gibi SDG’ye yönelik tutum da tutarsız. Irak boru hatları sözleşmesinin yenilenmesi hamlesi yanlış değil. Ancak, bunun içine IKB’nin denklem dışına itilmesi boyutunun saklanması okunaklı bir bütün oluşturmaya çok uzak.
Büyükelçi Barrack’ın Trump’a yakınlığı ve Hristiyan Arap kökeni Ankara’nın gözlerini kamaştırmışa benziyor. Örneğin, “millet sistemi” gibi hiçbir zemini bulunmayan afaki ve cahilane çıkışları öylesine beğeniliyor ki, Fidan onu canlı yayınlarda övgülere boğmaktan kendini alamıyor. Gazze’de olanların ardında da aynı büyükelçinin temsil ettiği ABD’nin olması; o ABD’den silâh alımı yönünde bir gelişme sağlanamaması gibi hususlarsa unutturuluyor. Yine bizzat Fidan ABD’ye “bölgeye gönülsüzce müdahale etmek zorunda kalan bir hegemon” tacını elleriyle giydiriyor.
Suriye’den Rusya ve İran varlığının sökülüp atıldığı da unutuluyor.
Azerbaycan’ın yeni Suriye yönetimi ile İsrail arasında diplomatik arabulucu ve Suudi Arabistan ile Katar’ın da baş finansörler olarak alana girdikleri de gözden kaçırılıyor. Dolayısıyla, verili koşullarda Ankara’nın öncelikle yeniden düşünmesi gereken, alanın neresinde ve hangi amaçla nasıl var olması gerektiği sorusunun yanıtı.
Suriye konusunda ilk önce hatırlanması gereken laiklik:
Suriye’ye yönelik olarak ulusal çıkarlarımızı gözeten akılcı, gerçekçi ve kapsayıcı bir politika kurulacaksa bunun taşıyıcı sütunu laiklik olmalı. Başka deyişle Ankara ancak etnisitelere ve inançlara “kör” olduğu takdirde alanda başarılı olabilir.
İçeride tek adam rejiminin anti-demokratik istibdadından kurtulmak, başların kendiliğinden Türkiye’ye dönmesini sağlar. AKP-MHP koalisyonunun tercihiyse ithal ettikleri ihvancılığı ve selefiliği bir yandan dış politikada gereç olmaktan çıkarırken, içeriye dönük olarak bunlardan medet ummayı sürdürmek. Yerinden yönetime karşı olup, ümmetçilik yaparak bölgede ama özellikle Suriye’de ağabeylik taslamak. Türkiye’nin jeopolitik önemini de kendine yormak.
Suriye dosyasında çözülmesi gereken öncelikli sorunlar iki somut varlık: Bunların ilki ülkemizde beş milyonu aşan sayıda Suriyeli sığınmacının varlığı. İkincisi ise mevcudiyetinin on bini aştığı öngörülen ve maliyeti de bilinmeyen Suriye içindeki TSK varlığı. TSK varlığının hangi siyasal koşullar oluştuğunda ve hangi erimde sona ereceğinin belirlenmesi, bunun yakın gelecekte bir diplomatik soruna dönüşmesi sakıncasını bertaraf eder.
Kimi kamuoyu araştırmalarına bakıldığında Türkiye’nin bölgesinde “bağımsız güç merkezi” olmasının halkımızca arzu edildiği sonucu çıkıyor. Dış politika kamuoyu yoklamalarından çıkan eğilimlere göre belirlenemez. Kaldı ki, ikiz kardeşler olan “görkemli yalnızlık” ile “stratejik özerklik” Türkiye için ne akılcı ne uygulanabilir seçenekler. Eskinin “bağlantısızlık” veya “üçüncü dünyacılık” hareketleri, günümüzün “küresel güneyi” de bizim içinde yer alabileceğimiz yerler değil.
Biz tarihsel yönelimimiz ve kurumsal kimliğimizle uyumlu davranmak durumundayız. Akılcı, gerçekçi ve yararlı olan da bu. Yeni dolaşıma sokulması denenen ama tutmayan “istikrarlaştırıcı güç” söylemi de yine eskinin “denge unsuru” veya “karşı ağırlık” yaklaşımıyla aynı. Bu da yapay bir seçime zorlanmak demek ve kaçınmamız gereken bir diğer jeopolitik tuzak.
Özetle, Suriye konusunda bir an önce hatırlamamız ve bir daha hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken ilke laiklik. Suriye’ye bir kez daha girmeyi tezgâhlamak değil, çıkmanın modalitesini belirlemek önceliğimiz olmalı. Ve söylemeye gerek yok; ümmetçilik, yeni Osmanlıcılık yapmak; “Türk-Kürt-Arap” denilerek çakma bir konfederasyon kisvesiyle bir bölgesel hegemon olmaya özenmek içinse imkân ve kabiliyet bulunmadığı gibi bu anlamlı bir dış politika ülküsü de değil.