Erdoğan, Türkiye’nin iktisadi imkânlarını ve kabiliyetlerini ne kadar yetersiz hale getirdiğinin haliyle bilincinde. Dolayısıyla, “gerçeklerden kopuk olduğu” iddiası gerçeği yansıtmıyor. Aksine gerçeklerle her aynaya bakışında göz göze geliyor. Sorunun ne olduğunu da aynadaki sureti kadar açık seçik görüyor.
Ancak, Erdoğan yüzleşmek yerine gerçeklerden kaçmayı, gerçekleri eğip bükmeyi ve dışarıya dönük yetersizliğini içeriye dönük hıncıyla örtmeyi yeğliyor. Başka seçeneği kalmadığını, elinde kalan bu tek seçeneğin de nihâyet pek inanmadığı bir çözümden ibaret olduğunu da biliyor.
Erdoğan’ın ne anlatacak öyküsü ne yürüyecek siyaset yolu kaldı. Siyasal ömrünün gurup vaktinde olduğunu, ardında ne bir parti ne bir kurulu düzen bırakacağını kendi de anlıyor. Gerçek çözümün seçime gitmekte ve kendini siyasetten mezun edip köşesine çekilmekte olduğunu görmek onu adeta dehşete düşürüyor ve yanlıştan yanlışa sürüklüyor.
Dış politika ve özellikle Orta Doğu konuları Erdoğan için böyle istim salma alanı. Nasıl olsa atış serbest: Kimsenin adalet, eğitim ve ekonomi bu haldeyken dönüp de Suriye’ye, Irak’a bakacak mecali yok. AB’den, sığınmacıları tutma ve adaylıktan fiilen vazgeçme karşılığında tahsis edilen ödeme düzenli alınıyor. ABD’den de İsrail’in güvenliği eksenli yeni Orta Doğu’ya karşı çıkmamak için aldığı “aferin” ona yetiyor.
Bu bağlamda PKK’nın simgesel veya göstermelik silah bırakma töreni bile Kürt yurttaşlarımız dâhil kimsede çarpıcı bir coşku yaratmadı. Bunun bir nedeni çeyrek yüzyıllık deneyimiyle halkın Erdoğan’ın bel kıran çalımlarından bezginliği, U-dönüşlerinden yılgınlığı; bir diğer nedeni de onun güvenilmez hale gelmiş olması. Çünkü meselenin ülkenin geleceği değil, Erdoğan’ın siyasî ikbali olduğunun herkes farkında.
Şu tarihî (!) denilen konuşmasında Erdoğan, neden bayrakların asılmadığını sorgulayarak kendi destekçilerini de azarladı. Ondan sonra yine o bildik fetih, ecdad, ezan, bayrak söylemine sarıldı. Daha ilk günden gereğini yapmaktan, “musafaha” gibi ağdalı Arapça sözcükler kullanarak kucaklaşmaktan değil, esasen elini öptürmekten bahsetti. Demokrasi, hak ve özgürlükler onun sözcük dağarcığında yer almıyor.
Onun yerine anlamı ve içeriği belirsiz bir “ümmet” örtüsü çıkarıyor. Tarih süpermarketinin rafları arasında, kafasına göre zikzaklar çizerek alışverişini alelacele tamamlayıp, kendi mutfağında yine kendi uydurduğu bir reçeteyle ağza konamayacak bir bulamaç hazırlıyor. Cumhuriyetten zinhar söz edemiyor, ona ancak “istiklâl savaşı nüvesi” diyerek uzaktan bakıyor.
Çünkü Erdoğan aklınca saatleri Cumhuriyet tarihimizin sıfır anına, o Osmanlı’nın yıkıldığı ama Cumhuriyet'in henüz kurulmadığı “boşluk” durumuna geri almayı amaçlıyor. Oysa, tarihin sıfır anında olan biz değiliz, komşumuz Suriye Arap Cumhuriyeti. Nitekim Erdoğan’ın konuşması da Türkiye değil Suriye Cumhurbaşkanı havasında. Sanki Ahmed El Şara’yı vantrolog gibi karnından konuşturmaya çalıştığı izlenimi veriyor.
Gerçek şu ki Suriye’de yeni dönemin, olumlu sonuçlanırsa Suriye’nin I. Dünya Savaşı’nın ardından kapısına yeni bir ülke tabelası astığından bu yana ilk kez gerçek bir devlet olmasıyla sonuçlanabilecek bir dönemin doğum sancıları ve kasılmaları yaşanıyor. Şam’da ABD ve Fransa’nın teşvikiyle kurulan HTŞ-SDG masası sarsılıyor. Kıyı şeridindeki Arap Alevilerin ardından güneyde İsrail sınırındaki Dürziler de yeni rejimle çatışmaya giriyor.
Aslında Süveyda’da çok katmanlı bir durum söz konusu. Dürzilerin üç dinî ve siyasî liderinden Hikmet El Hicri’nin yasa dışı koptagon ticaretini yönettiği, Esad rejimi artığı kimi generallerle iş birliği yaptığı ve İsrail’in de desteğini haiz olduğu biliniyor. Buna karşılık, tıpkı 1300 Arap Alevinin katledildiği önceki çatışmalarda olduğu gibi burada da yeni rejimin silahlı unsurlarının devlet kurma zihniyetiyle değil fabrika ayarlarına dönerek intikamcı köktendinci cihatçı kafasıyla hareket ettiği görülüyor.
Erdoğan “Şam, Halep, Musul…“ diye masallar anlatadursun, Netanyahu bulanık sudan kütük kapmak fırsatını kaçırmıyor. İsrail hem Süveyda'da Dürzilere karşı Şam’dan ilerleyen askerî araçları hem doğrudan Şam’da Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yerleşkelerini havadan bombalıyor. Sonuçta ABD’nin araya girmesi ve Ürdün ile Türkiye’nin de “eyvallah” etmesiyle kırılgan bir ateşkes sağlanıyor.
İş esip savurmaya, mangalda kül bırakmamaya gelince çağlayıp coşan Erdoğan’ın verebildiği tepkiyse bu defa Dışişleri’ne ve Dışişleri Bakanı Fidan’a ihale edildi. Bakanlık “suhuletin tesisine paydaşların katkı sunması” gibi utangaç ve süklüm püklüm ifadelere yer veren bir açıklama yapabildi. Fidan ise New York’tan “ben de ‘CC’ listesindeyim” izlenimi vermek uğruna “3-4 saat içinde sessizlik süreci başlayacak” gibi sözde derin esasen muğlak ifadeler kullanıyor.
Suriye’de etnisitelerin, inanç topluluklarının hayatta kalma savaşımıyla yeni yönetimin devlet yetkisini oturtmak ve şiddeti merkezin tekeline almak savaşımı birbirleriyle çelişiyor. Başka deyişle yeni Suriye’nin kurulması bu önceliklerin birbirleriyle optimal, akılcı ve zoraki bir “seküler” temelde anayasada yazılmasa da bağdaştırılabilmesiyle olası.
Oysa, Ankara’dan bakışla, PKK'nın silah bırakmaya başlaması ve kendini feshetme kararı bir “ayak değiştirme” fırsatı sunuyor. PKK hukuken “terörist” olmaktan çıkıyorsa, hatta artık olmayacaksa onun Suriye’deki siyasal uzantısı PYD ve silahlı uzantısı YPG/YPJ ile de ilişkiler yeniden düzenlenebilir.
SDG algısı tehdit olmaktan çıkabilir.
SDG Şam'da "seküler" bir denge unsuru ve alanda istikrarı sağlayan bir güvenlik gücü olarak algılanmaya başlayabilir. Görülebilir gelecekte tehdit unsuru olarak algılanmaktan çıkacak SDG sınır boyunda ve ötesinde istikrarı ve güvenliği sağlayan bir ara katman/tampon işlevi görmeye de başlayabilir.
Kuşkusuz algıyla gerçeği buluşturmak da diplomasinin işidir. Ankara'nın, Şam'ın yanı sıra SDG ile de yapıcı bir yaklaşımla doğrudan ilişkilerini derinleştirmesi akılcılık hatta gerçekçilik gereğidir. Bu ilişkinin işin başında kamuya kapalı yürütülmesi de anlaşılır olacaktır. SDG’nin verili koşullarda Ankara’yla iş birliğine, ama mecburî ama seçili biçimde, açık olduğu unutulmamalıdır.
Ankara’nın işi, Şam'daki yeni yönetimin İslâmcı köktencilikten ve cihatçılıktan düzenli adımlarla uzaklaşıp devlet yönetimine odaklanmasını sağlamak; örtük yeni Osmanlıcı, ümmetçi bir Suriye politikası gütmemek. PYD'nin yapması gereken de doktriner tutumdan ayrılmak ve gerçekçi davranmak.
Suriye’de Suriyelilerin kendi kararlaştıracakları ve zamanla yerleşecek veya belki hiç yerleşemeyecek yönetsel yapının evrileceği yön, Ankara’dan bakışla bir “tehdit” hele varoluşsal düzeyde bir tehdit olarak görülemez. Esasen komşu ülkenin yönetsel yapısı Türkiye dış politikası için bir dosya bile olmamalı.
Ancak, Türkiye'de söze "Türk-Kürt-Arap" diye girmek veya her etnisiteye ayrı anayasal statü istemek Cumhuriyet'i demokrasiyle taçlandırmak hedefiyle bağdaşmadığı gibi Cumhuriyet'e yönelen gerçek bir tehdittir de. Buna karşılık yerinden yönetimin güçlendirilmesi için örnek olarak Avrupa Konseyi’nin ilgili sözleşmesinin çekinceler kaldırılarak olduğu gibi uygulanması somut bir ileri adım olabilir ve üniter devlet yapısıyla da çelişmez.
Cumhuriyet ortaklaşa tüm yurttaşların birlikte geliştirip sürekli mükemmelleştireceği bir ülkü ve tasarıdır. Ümmet varsa Cumhuriyet yoktur, olamaz. “Millet sistemi” de anayasal yurttaşlıkla bağdaşmaz. ABD’nin Ankara’da konuşlu Suriye Özel Temsilcisi’nin sandığı veya aklından uydurduğu gibi Bedevi, Kürt, Arap Alevi, Dürzi, Türkmen, Ortodoks ve Katolik Araplar vb. her etnik grubun bu aşamada silahlarını teslim etmesi ama “milletler” olarak bir arada yaşaması bir gelecek tasavvuru değil, geçmişin yanlış hatırlanmasıdır.
Bizim önümüzdeki başlıca sınamalar; bölgemizdeki mutlak askerî caydırıcılığımızı en kısa sürede ve en kesin biçimde geri kazanmak, ülkemize Erdoğan’ın yanlış politikaları nedeniyle sığınmış sayıları beş milyonu aşan Suriyelinin akıbetini belirlemek; Suriye içinde kısa veya en geç orta vadede TSK varlığının hangi siyasal hedeflere ulaşıldığında ve hangi koşullar oluştuğunda sona ereceğini bulmak.
Bu sorunlar ve çözümleri, birbirlerine, kavrayış değiştirilerek ve hem Şam’ı hem SDG’yi hem de Vaşington’u işin içine katacak ince diplomatik işçilikle bağlanabilir. Ancak, AKP-MHP ikili koalisyonu süreçte “al-ver” olmadığını iddia ediyor. Demirtaş’ın tahliye talebini AİHM kararlarını da hiçe sayarak reddediyor. Kandil ise dağdakiler ve Öcalan için “özel düzenleme” talep ettiklerini duyuruyor. Türkiye’nin birinci partisi CHP’ye çullanma hız kesmeden devam ediyor.
Böylesine tutarsızlığın ve kaba saba baskının egemen olduğu ortamda, Suriye için anlamlı ve tarafların işiteceği öneriler yapmak bir yana, ülkeyi yönetenler süreçte “merdiven” yaklaşımından söz edebiliyor. O merdivenin ayaklarının demokrasinin naaşı üzerine basamayacağı açık olmalı. Ulusal egemenlik, çoğulculuk, yerinden yönetim, laiklik vb. taşıyıcı kolonlardan, temel kavramlardan habersiz kafalar 2025 yılında hem Suriye hem Türkiye için hâlâ ümmetten, millet sisteminden medet umuyor; hilâfet rüyaları görüyor.