İletişim Başkanlığı’nın 15 Temmuz’un yıldönümü için hazırladığı afişlerden birinin üzerinde böyle yazılı: Milletin adı Türkiye!
Tam da o günlerde görev değişikliği yaşandığı için bu eski Başkan Fahrettin Bey’in mi, yoksa yeni Başkan Burhanettin Bey’in mi marifetidir, bilemiyorum.
Afişin hazırlanması, basılması falan derken zaman gerektiğine göre Fahrettin Bey döneminde hazırlanmış olmalı.
Kendisi ciddiyetiyle temayüz eden bir devlet memuru olmasaydı “Fahrettin, ne ettin” diye takılabilirdim ama yapmayacağım.
Afiş “15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü” kutlamaları için hazırlanmış ki bu tuhaflık da zaten ancak bu memlekette yaşanabilirdi.
Memleketimizde en çok aradığımız ama asla bulamadığımız iki şeyi aynı anda kutlamaya çalışmak gibi bir garabet.
“Memleket” diye özellikle yazdım çünkü bir karar veremedim.
Bundan böyle “milletin adı Türkiye” olduğuna göre, “Türkiye milletinin yaşadığı ülkenin adının ne olması gerektiğini” kestiremediğim için!
Gazete, dergi yöneticisi olduğum günlerde yurtdışındaki toplantılarda falan sorulduğunda “Türk’üm” diye yanıt verirdim. Allah’tan artık böyle toplantılara katılmıyorum, sorsalar ne derdim?
“Türkiye’yim” desem ve bu yanıtı duyunca yüzüme bön bön baksalar yine iyi; “bu herif kayışları sıyırmış” deyip sırtlarını dönerlerdi, iki laf edecek kimseyi bulamazdım!
Bizim buralarda Türk olmak pek makbul bir şey sayılmıyor gibi geliyor bana artık.
Oysa bu insanlar kendi aralarında anlaşabilmek için Türkçe diye bir lisan konuşuyorlar. Türklerin konuştuğu dil anlamına geliyor Türkçe.
Türk diye bir canlı türü var ve onların yaşadığı ülkenin adı da Türkiye. Yani en azından biz bugüne kadar böyle biliyorduk.
Türk demeyi kaldırıp, onun yerine Türkiye kelimesini koyarsak, Türkiye milletinin yaşadığı ülkenin adı ne olacak, bu insanların diline ne ad verilecek?
Bizim memlekete özgü tuhaflıklardan biri sanırım.
Rahmetli Metin Toker, memleketteki gariplikleri şöyle açıklardı:
“Burası Türkiye. Burada Türkler yaşar ve Türkler böyle yaşarlar.”
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı bile “ümmetin lideri” olma peşinde.
Bu afişin sokaklarda boy gösterdiği günlerde Türk, Kürt, Arap birlikteyken çok güçlüymüşüz, kimse sırtımızı yere getiremiyormuş diye anlatıyor.
Karlofça, Pasarofça, Küçük Kaynarca vs. ne yana düşer usta diye sormaya gerek yok tabii, belli ki bir aş pişiriliyor, su katmak isteyenlere kızacaklardır.
Kişisel tahminim bu afişin hazırlanmasındaki asıl neden “Türk milletinin” tepkisini ölçebilmek.
Yoksa İletişim Başkanı’nın aklına böyle esti diye yapılacak bir iş değil bu.
“Millet” kavramının ne olduğunu bilecek düzeyde eğitim almış olmalılar.
Hazırlanmakta olan “yeni Anayasa” için bir yoklama mı çekiliyor?
Erdoğan’ın koltuk sevdası böyle mi ambalajlanacak?
Zor olan alkışı başlatmak değil, önce bitiren olmak
Kızılcahamam’daki toplantıda AKP’lilerin hangisi alkışı ilk bırakıp, yerine oturan insan olarak parti liderinin hafızasında yer etmek ister? Öyle bir toplantıda herkes ayakta alkışlarken, oturarak alkışlamak için yürek yemek gerekir. Ancak merak ettiğim, ayağa fırlayıp alkışa başladıktan sonra alkışın ne zaman kesileceğine kimin karar verdiği?
AKP'nin Kızılcahamam'daki 32. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı
AKP’nin Kızılcahamam kampında “ayakta alkış” krizi yaşanmış.
Başını AKP Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu’nun başını çektiği bazı milletvekilleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açılış konuşmasını neredeyse beş dakikada bir ayakta alkışlamışlar.
Onlar böyle yapınca toplantıya katılan diğer zevat da mecburen onlara katılmış.
Bunun üzerine bazı milletvekilleri, “Akbaşoğlu, Cumhurbaşkanını sürekli ayakta alkışlıyor diye biz de bunu yapmak zorunda değiliz. Neden durmadan ayağa kalkıyoruz? Bu görüntüleri televizyonda izleyen vatandaşlar hoş karşılamıyor’’ diye tepki göstermiş.
Araya parti büyükleri girmiş ve Erdoğan’ın ikinci gün yaptığı konuşmayı milletvekilleri ayağa kalkmadan oturdukları yerden alkışlamışlar.
Mahmut Aydın ve Tarık Işık’ın bu kulis haberi Nefes gazetesinde yayımlandı.
Erdoğan’ın konuşmasının ayakta alkışlandığını gösteren fotoğraflar da görmüştüm.
Bu haberi okuyunca Yuval Noah Harari’nin, Soljenitsin’den aktardığı bir öyküyü hatırladım.
Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde bir parti toplantısında izleyiciler Stalin’i alkışlamaya başlamış.
Alkış bitmek bilmiyormuş, çünkü kimse “alkışı ilk bırakıp yerine oturan kişi” olarak fişlenmek istemiyormuş.
Zaten gizli polis de bu amaçla salonda ajan bulunduruyormuş; alkışlamayı ilk bırakacak kişinin kim olacağını takip etmek için!
Alkış dakikalar boyunca sürmüş. Sonunda birbirine vurmaktan yara olan eller, ayakta durmaktan dizlerde tükenen derman derken bir fabrika müdürü alkışı bırakıp, yerine oturmuş.
Soljenitsin’in anlattığına göre o kişi o gece gözaltına alınıp, Gulag’a sürgüne gönderilmiş.
Elbette Stalin ile Erdoğan arasında bir paralellik kuruyor değilim, kendisini tenzih ederim.
Ancak otoriter yöneticilerin bulunduğu ortamlarda böyle bir sorun olduğu da tartışma götürmez bir gerçek.
Şimdi o toplantıdaki AKP’lilerin hangisi alkışı ilk bırakıp, yerine oturan insan olarak parti liderinin hafızasında yer etmek ister?
Lider, o adamın ya da kadının sadakatinden kuşkulanmaz mı?
Kuşkulanırsa gelecek seçimde listelerde adının üzerine bir çizik atmaz mı?
Onun için bir grup ayağa fırlayıp, alkışlamaya başlayınca mecburen bütün salon ayağa kalkmış ve alkışlamak zorunda kalmış.
Öyle bir toplantıda herkes ayakta alkışlarken, oturarak alkışlamak için yürek yemek gerekir.
Merak ettiğim ayağa fırlayıp alkışa başladıktan sonra alkışın ne zaman kesileceğine kimin karar verdiği?
Çünkü herkes devam ederken alkışı kesmek gerçekten tehlikeli.
İzlediğim haber filmlerinden birinde bu işi Erdoğan’ın kendisi hallediyor.
Eliyle “alkışı kesebilirsiniz” gibi bir işaret yapıyor ve alkış kesildikten sonra konuşmasına devam ediyor.
Bir Erdoğan kolay yetişmiyor tabii; insanların saatlerce ayakta alkışlamak zorunda kalırlarsa fenalık geçirebileceklerini bile biliyor.