Terörsüz Türkiye, muhalefetsiz Türkiye

PKK adına silah bırakma “temsili” cuma günü Irak Kürdistan Bölgesi’nin KYB denetimindeki yarısında, Süleymaniye yakınındaki Casene mağarası önünde bulunan tören alanında gerçekleşti. Mizansen uyarınca mağaradan çıkan PKK’lı grup silahlarını bırakıp, ateşe verdikten sonra aynı mağaraya geri döndüler.

Bizatihi bu mizansen bir somut sonucu ortaya koydu ama yanıtsız kalan yahut yanıt bekleyen iki soruyu da ardında bıraktı. Bunların ilki silah bırakan PKK’lıların ne olacağı? İkincisiyse, söz konusu temsili ilk adımın ardından gerçek silah bırakmanın gelmesi için Ankara’dan, yani doğrudan Erdoğan’dan hangi adımlar beklendiği.

Belki bu sorulara yanıtlar kısmen veya örtük de olsa Erdoğan’ın cumartesi günkü konuşmasında bulunabilir. Önce konuşmanın herhangi bir yerinde ne demokrasi ne hukuk devleti için ufak olsa umut yeşertecek hiçbir ifadenin bulunmadığının altını çizelim. Ardından ipuçlarına ve izlenimlere geçelim.  

 

Erdoğan “kucaklaşma” gibi bir Türkçe sözcük dururken “musafaha” gibi bir Arapça sözcüğü yeğledi. Genel eğilimi zaten Arapça yönünde. Sanıyorum, reform öncesi dönemde Hristiyanlarda bu dine inanan halkların kendi dillerinde anlayamadıkları Latince tercihi gibi herhalde Cumhurbaşkanı da Arapça sözcüklere yer vererek kulağa “İslami” gelecek ancak anlamı tam kavranamayacak bir jargon yaratmaya çabalıyor.

Her zamanki gibi kavgası aynalarla: Türkiye’nin en az 200 yıllık tarihini yok sayarak kendince hem onu ömür boyu koltuğunda tutacak hem laik cumhuriyetin ve milletin yerini alacak türden bir hilafet rejimi ve ümmet peşinde olduğunun işaretlerini veriyor. Aradığı bütünleşme eşit yurttaşlıkta değil özgürlüklerin, hakların, afların, armağanların hep ve ancak onun tarafından “bahşedildiği” ama hak edilmediği bir ümmet düzeni.

Cumhuriyetin yerini alacak bu yeni bütünün Türk, Kürt ve Araplar arasında olacağını varsayıyor. Dolayısıyla, yalnızca bir yanıyla Ortadoğu’da olan Türkiye’yi tümüyle Ortadoğu’ya gömerek ABD Başkanı Trump’tan ödülünü beklerken Cumhuriyetin tarihsel yönelimini ve organik kimliğini de aklınca toptan reddediyor.

Bu da bizi aynı zamanda başkan Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi de olan yeni ABD Ankara Büyükelçisi Barrack’ın Osmanlı millet sistemini öven ifadelerine, katıldığı Şam’daki dörtlü toplantıya ve son olarak New York’taki basın toplantısında dillendirdiği sözlerine getiriyor. Zira, bunlar yan yana konulduğunda Barrack’ın da düşünüş biçiminin ve tarih bilgisinin Erdoğan kadar zayıf olduğu anlaşılıyor.

Barrack bir yandan zamanı geri sararak “devletsiz” ama milletlerden oluşan bir Ortadoğu tahayyül ediyor. Gevşek bir devlet yapısı, uzaklarda bir yerlerde pek egemenlik iddiası gütmeyen bir başkent canlanıyor gözümüzde. “Millet-i hakimenin” de herhalde inanç, din ayrımı gözetmeksizin yine muğlak bir biçimde Araplar olacağını öngörüyor.

Geçtiğimiz hafta Barrack, Fransa’nın eski Doha Büyükelçisi şimdiki Şam Geçici İşgüderi Faivre’le ile birlikte anılan başkentte Suriye Geçici Devlet Başkanı Ahmed el Şara ve SDG Komutanı Mazlum Abdi arasında düzenlenen dörtlü toplantıya katıldı. Orada Barrack’ın SDG tarafının -ki kendi SDG’den “Kürtler” diye söz ediyor- özerklik, özyönetim taleplerinden bunaldığı ve bir an önce Suriye ordusuna entegre olmalarını istediği sızan bazı bilgilerden anlaşılıyor.

Nitekim, Barrack New York’taki basın toplantısında da benzer doğrultuda konuştu. “Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin her biri ayrı üniformalarla silahlı kuvvet sahibi olamayacağının” altını çizdi. SDG’nin Şam’la uzlaşması için “zamanın daraldığı” uyarısını yineledi. Özerk yönetime kesin ifadelerle karşı çıktı. ABD’nin Suriye’de kalmak için sabrının sonsuz olmadığını da (mealen) ekledi.

Öyleyse, Erdoğan ile Barrack’ın bölge için (buna “tasarım” denilebilirse) tasarımları arasında örtüşen yönler olduğu teslim edilmeli. Fakat bu tasarımda bir yandan Suriye’nin devlet kapasitesi güçlenirken, bir yandan İsrail’i tehdit etmemek için (!) kendini savunacak silâhlı gücü de bulunmayacak. İçeride şiddet tekeli Şam’a yani HTŞ’ye geçerken, dışarıya karşı ancak bir “tüccar devlet” olacak.        

Erdoğan’ın tasarımında da hamasi ve temelsiz bir tarih anlatısıyla bölgedeki sınırları, başkentleri, bayrakları belli her biri BM’de bir sandalye sahibi Lübnan, Suriye, Irak gibi örnekler yok. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi ortak gelecek ülküsüyle kurulduğu ve Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’yla yıkılırken oralardan, Filistin cephesinden, Irak’tan Mekke ve Medine’den hangi koşullarda ve neden çekildiği de yok.  

Erdoğan kendi türettiği bu tarih ve “dış bağlam” anlatısının ardına içeride atmak istediği adımları gizliyor. Esasen, Suriye’ye yeni bir askeri operasyon yapamama ödünü karşılığında YPG’nin de Suriye ordusuna katılmasını ABD ile birlikte sağlamayı umuyor. AKP sözcüsü Ömer Çelik de PKK için Irak’ta silah bırakma ve kendini fesih, YPG için ise merkezi orduya katılımı “çözüm” kabul ettiklerini belirtiyor.

Sonuç olarak, içeride Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’na yapılanlar ve tüm gözaltı dalgası bir yana “Kent Uzlaşısı” suç kabul edilir, Şişli ve Esenyurt’a kayyum atanır, SZC TV gibi kanallar karartılırken ne toplumsal barıştan ne demokrasiden söz edilebilir.

Bölgedeyse Irak bir federasyon oldu, Kürdistan Bölgesi var. Suriye’de ne olur, HTŞ denetimindeki Şam İbrahim Anlaşmaları’na katılmaya dek işi vardırır mı?  Lübnan Hizbullah’ı tümden silahsızlandırıp yeniden bir devlet olabilir mi? Strateji kurmaya doğru soruları sorarak başlamak gerekir. Varsayımlar, inançlar üzerine strateji inşa edilemez. 2025 yılında Barrack’ın babasının Zahle’den ABD’ye göç ettiği 1900 yılındaymışız gibi davranılamaz.

PKK’nın silah bırakmaya başlaması kuşkusuz olumlu bir gelişmedir. Kimse terörden yana değil. Ancak, ortada yürüyen bir siyasal müzakere görünmüyor. Bu şartlar altında, herhalde CHP’den, bir yandan bu denli hırpalanırken, diğer yandan boş havuza gözü kapalı atlaması beklenmemeli.

Özetle, Erdoğan’ın kişisel ikbal hesapları, Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla örtüşmüyor. Onun “yanımda saf tutana havuç, karşımdan bakana sopa” yaklaşımı da bir “süreç” olarak nitelenemez. Tarih anlatısı gerçeklerden kopuk ve buna bağlı Ortadoğu’ya bakışı kendi inançlarından, varsayımlarından ibaret.