“Sıra Türkiye’de” söyleminin kullanım değeri

İsrail’in İran’dan sonra Türkiye’yi hedef alacağı söyleminin jeopolitik zemini birçok açıdan eleştirilebilir. Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin geçmişi ile Tahran-Tel Aviv arasında 1979 sonrasındaki keskin karşıtlık arasında devasa bir fark var.

İsrail’in göz dönmüş bir tutumla çevresindeki her şeyi yakıp yıkmaya hazır bir görüntü vermesinin diğer bölge ülkelerinde de endişeye sebep olmasından doğalı yok. Ancak bunu “İran çökerse Türkiye çöker”, “Arz-ı Mevud’un önündeki tek engel Türkiye” gibi iddialı sözlerle gündemleştirmek sorunlu.

Benzer yaklaşımın iktidar sözcüleri tarafından dile getirilmesi de problemli. Bunun sahadaki gerçekle ne kadar örtüşüp örtüşmediğini bu köşede ele almıştık. Ama içerde bu söylemin kullanılmasının arazideki bağlamın dışında mahsurları var.

Hepsinden önce Türkiye’nin bölgesel bir tehdit karşısında kırılgan olduğuna dair bir fotoğrafın üstelik yetkili ağızlardan verilmesinin ülke savunmasının gücüne dair içerde ve dışarda soru işaretleri doğurma potansiyeli var. Bir yanda Türkiye Yüzyılı kavramı altında bölgesel sistem kurucu rolü bir kenara bırakın neredeyse küresel bir aktör söylemi inşa ediliyor. Diğer yanda bu gücün herhangi bir tehdit karşısında çok da anlamlı olmadığı algısı oluşturuluyor.

Ne içerde ne dışarda kimse Türkiye’den böyle bir beklenti içinde değilken “Ankara istemeden kuş uçmaz” çıtasını bir eşik olarak belirlediğinizde bundan sonraki söyleminizi de buna göre inşa etmeniz gerek. Aksi taktirde ya oyun kurucu güçlü ülke söyleminde ya da dış tehditlere karşı verilen kırılgan fotoğrafta bir sorun olduğu algısı doğabilir.

Türkiye’nin hedef alınıp alınmaması eğer başka bir komşu ülkenin zayıflamasına bağlı ise bu var olan askeri kapasitenin caydırıcılığını da sorgulanır hale getirir. Eğer komşu ülkelerin güvenlik durumlarından bağımsız olarak Türkiye’nin bizatihi kendi güç projeksiyonu muhtemel bir saldırı karşısında caydırıcı bir özellik taşımıyorsa o zaman savunma bütçesinden kurgulanan güçlü ordu söylemine kadar tüm başlıkların yeniden ele alınması ihtiyacı gündeme gelir.

Türkiye’de askeri kapasitenin zamanın ihtiyacına ne kadar karşılık verebildiği sorusu ne yazık ki Kıbrıs harekâtına giden süreçten Turgut Özal’ın birinci Irak Savaşı’nda Irak’ın kuzeyinde operasyonel olabilme taleplerine, 2010’larda Suriye’den muhtemel bir kimyasal saldırıya karşı savunma kapasitesinin durumuna kadar birçok kavşakta güçlü bir cevap üretemedi.

İhtiyaç olduğunda var olmadığı anlaşılan kapasite unsurları sonradan temin edilmiş olsa da ya yüksek maliyetler üretti ya da zamanında kullanılamayan fırsatlar daha sonra yakalanamadı.

Şu anda da gerek balistik füze savunma sistemlerinin gerek savaş uçakları envanteri bağlamında hava üstünlüğü dengesinin “bölgesinde kurucu ülke” söylemi ile ne kadar örtüştüğünü bilebilmek kolay değil.

İsrail-İran savaşı bölgemizdeki iki ülkenin kullandığı karşılıklı uzun menzilli füzeler, bunlara karşı devreye giren ya da giremeyen füze kalkanları, İsrail’in İran içerisinde asker indirmek de dahil intikal kapasitesi, saldırı sırasında ülkelerin vatandaşlarını korumak için geliştirdikleri ya da olmayan sivil savunma mekanizmaları Türkiye’nin de nelere karşı hazırlıklı olması gerektiğine dair fikir veriyor.

İsrail’in Türkiye’yi doğrudan hedef almayacak olması bu hazırlıkların en detaylı, olabildiğince şeffaf ve hızlı bir şekilde gözden geçirilmesi gerekmediği anlamına gelmiyor.

Askeri ve jeopolitik durum yakın bir saldırı riskine işaret etmezken içerde bu söylemin yüksek perdeden dile getirilmesi “Türkiye tehdit altında” psikolojisinin bir kullanım değeri olduğunu gösteriyor.

Güvenlik riskleri karşısında toplumda iktidar lehine bir dinamik oluşması beklenebilir. Burada AK Parti’nin dış politika performansının ekonomi, demokrasi, hukuk devleti, gelir adaleti gibi diğer konulardaki tüm ağır sorunlara rağmen toplum tarafından başarılı bulunması da iktidar için avantajlı bir zemin oluşturuyor. Askeri plandaki muhtemel açıkların diplomatik ve siyasi sermaye ile kapatılabilecek olması da bu zemini destekliyor.

Ancak jeopolitik risklerin içerde siyasi gündemlerle istismar edilmesinin uzun vadede Türkiye’nin iç bütünlüğüne ve dışardaki algısına zarar verme potansiyelini de akıldan çıkarmamak gerek.