Küçük ya da büyük, ticari, kamuya ait ya da özel tüm kurumların ayakta kalmasının, değer üretmesinin, fonksiyonunu gerektiği gibi ifa etmesinin temel şartı denetlenebilmesi ve hesap vermesi.
Bugün hesap vermeyen, vermeye tenezzül etmeyen, hesap sorulmasını da ya kötü niyetle ya da cahillikle eşitleyen bir yaklaşım hem kendisinin hem de memleketin, insanıyla, hayvanıyla, ormanıyla ülkenin tüm unsurlarının ayağına sıkıyor.
Ankara uzun yıllar askeri-sivil bürokratik vesayetin ya da siyasi tabuların etkisi ile işlevsiz bir merkezi idareye mahkûm oldu. Öyle ki dış politika, güvenlik, temel demokratik standartlar gibi devletin temel bazı fonksiyonları neredeyse tümüyle siyaset dışı alanlar olarak kodlandı. Kalan başlıklarda da icraat yapmak isteyen iktidarlar ezberlerini bozmayan sistem unsurlarını harekete geçirmeye mesai harcadı.
Cumhuriyetin tek partili döneminin şartlarının getirdiği denetimsiz ve alternatifsiz süreci dışında yönetim tarihimiz “ … rağmen yapılan ya da yapılamayan icraat” lar ile örülü. Özal gibi ezberleri bozan liderlerin en çok istediği de kendilerini sınırlayan bu prangalardan kurtulmak oldu.
Devletin “ihtiyaçtan ve mecburiyetten” kabul etmek ve uzun süre “katlanmak” zorunda olduğu AK Parti iktidarı tek başına olmanın ve tutarlı bir hedefle yürümenin sonucu bu engelleri büyük ölçüde aştı. İktidarının ilk on yılında da bunun karşılığını aldı. Ancak güçlendikçe sınırsız olmayı bir erdem olarak görmeye başladı.
Her şey bir günde olmadı ama zaman içerisinde, 15 Temmuz’da FETÖ’nün darbe girişimin de büyük katkısı ile, AK Parti siyasal bir organizmadan kişi odaklı bir güç merkezine döndü. Zaman içerisinde ve herkesin kendince katkısı ile denetleme ve eleştirime mekanizmaları âtıl ve anlamsız hale geldi.
Türkiye’de daha önce başta medya olmak üzere eleştiri ve denetleme tarafsız, mutlak objektif ya da fonksiyonel değildi, orduya dokun(a)mamak gibi seçiciydi ama asgari seviyede bir sistem işliyordu.
Gücün merkezileşmesi ile iktidarın ve unsurlarının eksiklerini gösteren mekanizmalar birer birer devre dışı bırakıldı. Bunlardan en önemlisi olan parlamentonun bakanlar ve dolayısıyla bürokratlar üzerinde bir etkisi kalmadı.
Başka ABD olmak üzere devlet hizmetinde olan siyasi ya da bürokratik figürlerin parlamento önünde sahici bir sorgulamadan geçtiği örnekleri sanki başka bir dünyaya aitmiş gibi izlemekten başka elden bir şey gelmiyor. Bütçe görüşmelerinin sınırlı da olsa etkisi devam etse de sistemin ruhu o toplantıların anlamlı hale gelmesini engelliyor.
Doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından belirlendiği için seçmene ya da topluma karşı bir sorumluluk hissetmeyen bir siyasi profil iktidarın yeni standardı olmuş durumda.
Zamanın hakikat-ötesi ruhunun da etkisi ile iktidar/devlet mensuplarının ortaya dökülen problemlerle ilgili algıyı bükme, manipüle etme yetenekleri gelişti. Karşılaştığı, şahit olduğu problemleri kimlik prizmasından süzerek değerlendiren seçmen kitlesinin varlığı da güç sahiplerinin bu dokunulmazlıklarını genişletiyor.
İnsan hayatının ve genel yaşam standartlarının değersizliği kimlik kavgaları ve siyasi gerilimlerin ya da sahici sorunlarımızın yanında anlamsız ve boşa yapılan tartışmalar olarak kalıyor.
Türkiye sadece bir deprem ülkesi değil artık bir yangın ülkesi. Bununla ilgili asıl yangın yokken sağlıklı ve içerikli tartışmalar yapmak varken rasyonel değerlendirme yapmanın imkânsız olduğu kriz anlarında devletin yeterliliğini sorguluyoruz.
Bunu sorgulamak da o duygu seli içerisinde neredeyse vatana ihanetle yan yana konuluyor. Halbuki sahici bir basın, güçlü bir sivil toplum, etkili bir parlamento olabilse işler bu noktaya gelmeden üstelik tüm paydaşları işin içine kadar atılabilecek adımlar varken tartışma birkaç cümle ile sorumluluk belediyelerin mi merkezi idarenin mi çıkmazında çamura saplanıyor. Enerji hatlarının yangınlardaki rolü bile şirketlerin sermaye güçleri ya da iktidar bağlantıları üzerinden boşlukta kaybolan haykırışlara dönüyor.
30 Ağustos 2024’te Kara Harp Okulu yemin töreninde program dışı yemin ederek siyasal pozisyon alan teğmenleri tartışmanın yüzde biri kadar bir mağarada şehit olan askerleri konuşmak anlamlı gelmedi. Ya da sıvı yetersizliği nedeniyle kaybettiğimiz erler haberler içinde kaybolup gittiler.
Şehitlik kavramının; üzerine bayrak asılan evlerdeki fakirliği, birçok ordunun gerçek savaşta kaybetmediği kadar TSK mensubunun teröre kurban verilmesini ve daha onlarca soruyu örttüğü bir ortamda kim kendisini neden hesap vermek zorunda hissetsin ki?
Denetlenmeyen, sorgulanmayan, hesap sorulmayan bir devletin ki bu yazıdaki devlet kelimesinin yerine rahatlıkla iktidar tabiri de kullanılabilir, kapasite açığını gerçek anlamda hiçbirimiz bilmiyoruz. Deprem, yangın, terör gibi yakıcı anlarda birden görünür hale gelen, bir sonraki afete, felakete, trajediye kadar unutulan bir içe çöküş döneminde “devletin nerede eksik olduğunu” öngörebilmek imkânsız.
Tek temenni ekonomide, doğal afetlerde, savunmada, sosyal karışıklık ortamlarında o boşluğu gördüğümüzde çok geç olmasın.