İç cepheden dış cepheye aynı mesele

Siyasetin pratiği çok konuşmak ve çoğu kez de olmayanı olmuş gibi göstermek olabilir. Sürekli propaganda hali ve tabanın diline her zaman partisini müdafaa edeceği malumatlar vermek kolay bir siyaset biçimi haline gelmiş de olabilir. Anlaşılmaz bir şey değil; icraat, tutarlılık ve sahici işler azalınca yerine hamaset ve slogan gelir oturur.

Gerçekte ise hem dış cephenin hem de iç cephenin, ortak dayanışma duygusu ve ortak faydayı gözetilerek şekillenmesinin değişmez kuralları vardır. Demekle olmaz, icaplarını yerine getirmek şarttır.

Türkiye, bulunduğu bölge öteden beri sahip olduğu coğrafi/askeri konum ve hem Avrupa hem de Ortadoğu ile coğrafi bağları nedeniyle her zaman dış cephe denkleminde rol sahibi olmuştur. Bazen küçük bazen büyük ama Türkiye’nin adı her krizde bir şekilde listededir. Özellikle bölgesel çatışmalarda.

Ne var ki İsrail’in Gazze’de sürdürmekte olduğu katliam, devamında Lübnan’da yapıp ettikleri ve son olarak da İran’a saldırısında Ankara’nın önleyici yahut yatıştırıcı bir etkisi olamadı. Kimin etkisi var ki, diye sorulabilir ama unutmayalım ki İsrail saldırganlığı Türkiye’de her zaman bir numaralı gündem maddesidir ve iktidar da gündemin böyle olmasını özellikle istemektedir. Dolayısıyla, “Bölgede bizden habersiz kuş uçamaz” seviyesinde anlatılan Ortadoğu siyasetimiz böyle zamanlarda bir sınavla karşı karşıya kalıyor. Beklentileri artıran ve sürecin içinde bir aktör olmayı zorlayan bir sınav… Ne var ki en üst düzeyden aşağıya kadar arabuluculuk dahil her türlü diplomatik pozisyona talip olduğumuzu ilan etmemize rağmen talep gelmiyor; yani sınav iyi gitmiyor. Gazze’ye ölüm yağıyor ve İran mutlak haksız bir saldırının muhatabı olmayla devam ediyor.

Neden denklemde değiliz sorusuna bir cevap lazım… Mesela neden, Gazze katliamına karşı hiç olmazsa bir diplomatik faaliyet sayılabilecek bölge ve Avrupa ülkeleriyle birlikte bir masa dahi kuramadık?

Çünkü, uzun süredir uluslararası toplumun; yani, diplomatik zeminin dışında bulunuyoruz. Kendimize ait olan problemlerde, bizzat taraf olduğumuz krizlerde bile etkili ittifaklar kuramıyoruz. Bazı tercihlerimiz -ki bunların bir kısmı kesinlikle gereklidir - bizi özellikle Batı blokuyla işbirliği anlarında bazı imkanlardan uzak tutuyor. Dış politikayı iç politika malzemesi yapma alışkanlığı da eklenince aradaki mesafe açılıyor. Buna ilaveten, Türkiye’nin 7-8 yıla ulaşan uzun bir ekonomik kriz döneminden geçiyor olması da uluslararası alanda elini zayıflatıyor. Düşünün 22 senelik iktidarın ekonomideki en büyük hedefi enflasyonu yüzde 30’un altına düşürmektir. Yüzde 5’in, 10’un değil. Bütün bunlar, Türkiye’nin söylediği kadar güçlü olmadığı ve aksine kırılgan olduğu kanaatini pekiştiriyor.

Gelelim iç cepheye… Orası daha zayıf. Hukukun iyiden iyiye zayıfladığı, muhalefetin ağır baskı altında olduğu ve ekonomiyle birlikte demokrasinin de krize girdiği bir ülke burası. Özellikle19 Mart süreci, iç cephenin varlığını da iç cephenin enerjisiyle dış cephedeki eksikliği giderme imkanını da ortadan kaldırdı.

Özetle, bölgesinde söz sahibi olmak isteyen bir ülkenin yapmaması gereken ne varsa yapıyoruz. Ekonomiden hukuka, zeytinliklerden protesto hakkına karşı müdahaleye kadar…

Eğer gerçekten içeride ve dışarıda güçlü bir ülke olmak niyeti varsa bunun yolu bellidir: Şu anda yaptığımız şeylerden vazgeçmek… Güçlü bir demokrasiye dönmek, yargının üzerindeki siyaset gücünden vazgeçmek ve siyaseti adil yarış şartlarına geri döndürmek. Demokrasi eksik kalınca ekonomik krizden de çıkış olmayacağını unutmadan sahici bir yönetim tarzını benimsemek. Bu paketin kaçınılmaz sonucu olarak da dış politikada hamaseti terkedip sonuca odaklanmak…

Niyet güçlü olmak değil, sadece öyle görünmekse de böyle gittiği yere kadar devam edelim.