Türkiye’nin yakın coğrafyasında yaşananlar yeni bir düşünme pratiğini zorunlu kılıyor. İktidar için de muhalefet için de… İsrail’in İran saldırısı; Lübnan’da Gazze’de son dönemde Suriye’de bölgedeki hem rolünü etkinleştirme hem de ABD’nin desteğiyle ‘yeni güç dengelerinin aktif hale geldiği -getirildiği-getirilmeye çalışıldığı uzun süredir devam eden sürecin yeni oyun alanı. İran’a ‘nükleer zenginleştirme’ nedeniyle başlatıldığı söylenen operasyonun bizatihi Netanyahu tarafından ‘rejim değişikliği çağrısı’ ile sürmesi amaçlardan birini net şekilde ortaya koyuyor. İran’daki rejimin başta insan hakları yarattığı düzen ortada. Ancak İsrail’in müdahale ettiği bir zamanda böyle bir çağrıyla içeride hareketlenme olması ihtimali düşük. Irak’ta, Libya’da ortadan kalkan merkezi yönetimlerden sonra yaşananlar, Suriye’deki durum herkesin aklında. Netanyahu’nun Gazze’deki soykırıma suskun kalsa da Batı’daki desteğini kaybettiği sırada başladığı İran saldırısı, içeride soruşturmalarla uğraşan, eli zayıflamış bir isim olarak meşruiyet arama çabası da, nedenlerden biri olarak görülebilir. Aslında iki sorunlu rejimin karşı karşıya geldiği bir durum.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dün kabine toplantısından sonra söylediği şu tespit haklıydı:
‘Binlerce yıllık derin ilişkiler sebebiyle bölgedeki her hadise tüm toplumları yakından ilgilendirir, etkiler, orta ve uzun vadeli sonuçlar doğurur. ‘
Sonuç doğurma olasılığı orta vadeye bile kalmayan, belirsiz günler yaşanıyor dünyada. Bu süreçte Türkiye de zor bir süreçten geçiyor. Erdoğan her ne kadar ‘Türkiye’nin en büyük ihtiyacı birlik ve kardeşlik siyasetidir’ dese de yaşananlar bu ihtiyacın iktidarın kendini güçlendirme amaçlı siyasi girişimleri olarak rahatlıkla okunabilir.
İktidar, ana muhalefet ve Kürt siyasi hareketi açısından yaşanan sürece biraz yakından bakalım.
İktidar…
Mevcut sistemi kalıcılaştırma ve Anayasa yapımı konusunda çalışıyor. "Sistemin kurucularından" Devlet Bahçeli bayram öncesi ‘seçim sisteminden siyasi partiler kanununa’ bir dizi değişiklikten bahsetmişti. Daha önce ‘söylediklerinin hayata geçmesiyle’ bilinen bir isim.
Hatırlayalım.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli 11 Ekim 2016’da Meclis’teki grup toplantısında, Tayyip Erdoğan’ın uzun süredir seslendirdiği, kendisinin karşı çıktığı ‘başkanlık önerisini’; ‘filli duruma hukuki boyut kazandırmak gerekir’ diye gündeme getirmiş, OHAL şartlarında yapılan, mühürsüz oyların geçerli sayıldığı nisan 2017’deki referandumla Türkiye ‘cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine’ geçmişti. İlerleyen süreçte ‘sistem’i neredeyse Erdoğan’dan bile fazla savunan isim oldu Bahçeli. Çünkü bir yandan kritik konularda bazen Erdoğan ile ortak karar aldı, bazen kırmızı çizgileri çekti. Öte yandan güvenlik bürokrasisinden yargıya etki alanını genişletti. Bahçeli önümüzdeki seçimlerde de Erdoğan’ın, aslında temelini kendi attığı sistemin, elbette kendisinin ve temsil ettiği gücün de iktidarını garanti altına alıyor-almaya çalışıyor. Erdoğan ‘Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu’ söylediği konuşmasında bunu kendisinin yeniden aday olmasının yolunu açabileceği tartışmalarına ‘tekrar aday olmak gibi bir derdim yok’ diye yanıt verince bu sözlerine kendi partisi içinden daha kuvvetli itiraz Bahçeli’den geldi. Bahçeli şunları söyledi:
"Benim tekrar aday olma derdim yok" ifadesi bizim nazarımızda adil ve hakkaniyetli bir hal beyanı değildir. Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk milletinin, yeni yüzyılın yol haritasını çizen Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a çok ihtiyacı olduğu tartışmasız bir tarih ve hayat gerçeğidir. Derdi vatan ve millet olan bir Cumhurbaşkanı'nın yolundan caymaya hakkı yoktur."
Erdoğan son 10 yılı MHP’nin desteğinde, çoğu zaman çerçevelediği alanda, 23 yıldır memleketi yönetiyor. Bu 23 yılı siyaset yapma şekilleri açısından kimi dönemlere ayırmak gerekli. (Çokça da yapıldı zaten). Bahçeli’nin dediği gibi Erdoğan yeniden seçilme hakkını bir şekilde elde eder ve 2027 sonbaharında ya da 2028’de yapılacak seçimleri kazanırsa Türkiye’yi 30 yıl yönetmiş olacak. Cumhuriyet tarihinde bu kadar uzun süre kesintisiz yöneten isim kurucular dahil yok. 1923-1938 arası Mustafa Kemal Atatürk 13 yıl, 1938-1950 arası İsmet İnönü 12 yıl. Bu arada İnönü’yü zaman zaman görev şekli değişse de 30 yıla damgasını vurmuş bir isim olarak anabiliriz. Hayat hikayesini anlatırken kendisi de buna vurgu yapmıştı zaten:
"1920’den, yani otuz altı yaşımdan beri memleket idaresinde birinci derecede mesuliyet taşıyanlar arasındaydım. Doğrudan doğruya siyasi kudret sahibi olarak 1950’ye kadar, yani altmış altı yaşıma kadar, Türkiye’nin selameti ve ilerlemesi gibi bir ödev yolunda bulundum." (İsmet İnönü, Hatıralar, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1985, s.13-14)
İsmet İnönü’den sonra aynı zaman aralığında, hedeflenen 30 yılda Erdoğan’ın özellikle 2016 sonrası değiştirmeye çalıştığı-kısmen değiştirdiği yapıyı ‘kalıcılaştırma’ noktasında bir arayış içinde oluşu olarak okuyabiliriz. Elbette bunu ‘Devlet Bahçeli’ni desteği’ ile diye de vurgulayarak. Peki şu anda gelinen nokta neresi? Ve tabii nereye gidilmek isteniyor?
Şu anki durumu…
- Erdoğan’ın içeride toplumsal tabanının büyük oranda zayıfladığı, ama Bahçeli’nin de desteğiyle devlet kurumları üzerindeki etkisinin zirvesinde olduğu dönem olarak okuyabiliriz. Devletteki gücünü de oluşturduğu medya vasıtasıyla (son dönemde her ne kadar zorlansa da) muhalefetin aleyhine kullanarak, toplumsal kaybını telafi etmeye çalışıyor. Şu ana kadar başta yolsuzluk-terör iddiaları üzerinden ana muhalefete yaptığı ataklar (anket sonuçlarına göre) karşılık bulmamış olsa da bundan vazgeçmeyeceğini düşünüyorum.
- Bir yandan ana muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nu sistem dışında bırakılmaya çalışılması. Bu yapılırken başta çalışma arkadaşları yakın çevresini de hedef alıyor. ‘İtirafçı’ ve gizli tanıklar üzerinden öncelikle kamuoyu gözünde yıpratılmaya çalışılıyor. Ortaya konulan iddiaların gerçeklikle arasındaki mesafe açık gözüküyor. Haklarında daha iddianame bile olmayan belediye başkanlarını sanki suçlularmış gibi polislerin arasında arka arkaya dizerek fotoğraflarının servis edilmesinden ailelere haber verilmeden şehir dışına küçük hücreli araçlarda sevk edilen, hapiste yerde yatmak zorunda kalan bürokratlara…Ortaya çıkan görüntülerin Türkiye’nin algısı anlamında dışarıda da, vicdani anlamda içeride de negatif etkisi olduğu çok açık. Ama bu etkinin umursanmadığı da…Gaziosmanpaşa belediye başkanının tutuklanması ardından yapılan oylama ile CHP’den AKP’ye geçen başkanlık ardından gelen kutlamalar da gelinen noktayı gösteriyor. 30 Haziran’da partiye kayyum ihtimali konusu gündemde tutularak parti içinde bir tartışma sürdürülmek de isteniyor, kısmen başarılı da olunuyor. Burada iktidarın hesaplayamadığı toplumsal muhalefet ve Özgür Özel’in liderlik performansı oldu.
- İktidar adına şu notu düşmekte fayda var. Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’nin de ana gündemi güvenliğe dönüyor. Böyle zamanlarda kitlelerin ‘güçlü gördükleri, dış politikada etkin’ liderlere partilere yöneldikleri biliniyor. Uzun süredir birinci parti konumunu koruyan CHP’nin bu süreçte dış politika ve güvenlik politikasındaki duruşu-söylemi etkili olacak. Ekonomiden hukuka yaşananlar elbette önemli. Ama güvenlik konusu da, geçmişteki sonuçlardan öğrendiğimiz halk-seçmen gözünde kritik değere sahip. Şu an önemli soru şu. İktidar güvenlik talebi-beklentisini daha da otoriterleşerek mi yoksa Erdoğan’ın ilk kez 2024’te tarif ettiği ‘iç cepheyi’ genişleterek mi gerçekleştirecek?
Ana muhalefete gelince..
CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu dün Silivri’de hakim karşısında iktidar hukuksuzlukla eleştirdi ama iç cephe çağrısını o da yaptı:
Etrafımızda hemen tüm bölgeye yayılma riski gösteren ağır bir jeopolitik kırılma yaşanırken, Türkiye ağır sorunlarının üstüne bu kırılmaların yarattığı siyasi ve iktisadi risklerle boğuşurken, iktidarın da tabiriyle “iç cepheyi güçlendirmek” dışında artık yol yoktur. Bu ülke karşılıklı uzlaşma ortamından, birlikten, beraberlikten, adaletten zarar görmez. Bugün artık herkes için şapkayı önüne koyup düşünmekten başka yol yoktur. Ya bu ağır resmi değiştireceğiz ya da geleceğimizi kaybedeceğiz.’
Benzer cümleyi Saadet Partisi’nin, İsrail'in Gazze'deki saldırılarına ve ablukasına karşı İstanbul Üsküdar Meydanı'nda "Özgür Gazze" mitingine katılan CHP Genel Başkanı Özgür Özel de söyledi: "Hukuka dönüş tercih değil zorunluluktur. Birlimizi muhalefete düşman hukuku uygulayarak sağlayamayız. Kimsenin iç cepheyi zayıflatmaya hakkı yoktur. Muhalefete düşman hukuku uygulayarak iç cephe güçlendirilmez."
Mitinge Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ve Hür Dava Partisi Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu da katıldı. Özel’in "muhafazakar kitlenin karşısında" aynı dilden konuşması, destek bulması daha önce iktidarın güçlü olduğu yerlerde topladığı kalabalıklar CHP’yi bugüne kadar iyi bir noktada tuttu. Özgür Özel bir yandan iktidara sert bir dille yüklenirken öte yandan kritik konularda mesela Kürt sorununun çözümü konusunda hattan kopmuyor. Hukuk, birlik çağrısı yapmaktan vazgeçmiyor. 30 Haziran’daki kurultayla ilgili mahkeme süreci belki de parti içindeki son zorlu süreç. Buradan da partiyi bir arada tutarak çıkması pek muhtemel. Özel ile İmamoğlu sadece kendi tabanlarını değil, ileri sürdükleri görüşe katılsın-katılmasın muhafazakar kitleyi de etkiliyor gözüküyor.
Kürt siyasi hareketine gelince…
Sosyal medyada Abdullah Öcalan ile İmralı’da yapılan görüşmenin notları olduğu belirtilen bir metin dolaşıyor bir süredir. Pervin Buldan’ın ve devlet yetkililerinin olduğu bir görüşme. Muhatapları yalanlamadı şu ana kadar. Teyit için ulaştıklarım da yorum yapmadı. Sırrı Süreyya Önder’in hastanede olduğu zamanda yapıldığı anlaşılan görüşmede Öcalan’ın İsrail ile ilgili söyledikleri önemli. Takip edenler için ilk değil ama aktarayım:
"İsrail’i Ortadoğu’nun strateji kuran hegemon gücü yapmak istiyorlar. Netanyahu Trump gidiş gelişleri bunlardır. Beş aşamalı stratejidir. İlk üç aşama olarak Gazze, Lübnan, Suriye bitti. Sırada İran ve Türkiye var. Bu stratejinin olmazsa olmazı Kürtlerdir. Şu an İsrail’in derdi beni ortadan kaldırmak. Kandil’in aklı yerinde değil ki bunu engelleyebilsin. Yerleşim itibariyle böyledir Kandil İran’ın, SDG ise İsrai’ in etkisi altındadır. Bunu ancak ben engelleyebilirim."
Metinden Öcalan için İmralı’ya yeni bir koruma birimi geldiği de anlaşılıyor. Öcalan ‘İsrail’in 30 yıldır kendilerine devlet vaadinde bulunduğundan’, "İmralı’da olmasının onu MOSSAD’dan koruduğundan da" bahsediyor. Belgede öne çıkan diğer iki konu. Biri "CHP’li belediyelere soruşturma" hakkında şöyle diyor:
‘CHP içindeki durum için yolsuzluk dendi ama ben tatmin olmadım. Tam bu döneme denk gelmesi alevlenmesi bana Gezi’yi hatırlattı.’
Bir de ‘kazandırma üstüne’ söyledikleri:
"Bizim derdimiz Cumhur İttifakı’na ya da Türkiye ittifakına kazandırmak değil. Türkiye demokrasisini güçlendirmek."
Bu arada yeni süreci şekilleyen, bugüne kadar gelmesinde en önemli katkıyı sağlayan Bahçeli’nin de İsrail’in İran saldırısı sonrası söyledikleri yaşananları okuması anlamında önemli :
"İsrail'in terörist yönetimi ülkemizin görüş menzilini kapatmak, terörsüz Türkiye hedefini baltalamak, bölgemizi karanlığa mahkum etmek için her fırsattan istifade etmenin peşindedir."
Bitirirken…
Bölgede yaşananların bir kısmı adım adım geliyorum diyen, beklenen süreçler. Bu süreçlerden Türkiye de etkilenecek. İktidar yaşananları otoriter eğilimini daha da kuvvetlendirmek için mi yoksa hukuk-demokrasi yolunda adımlar için mi kullanacak göreceğiz. Elbette daha önce yaşanan pratikler gelişmeleri saf bir pozisyonda okumayı engelliyor. Ancak hareketli bir duruş sergileyen ana muhalefet, demokrasi-hukuk talebini seslendirmeyi bırakmayan toplumsal muhalefet iktidarı değişime zorlayabilir. Etrafta yaşanan tüm gelişmeler, demokrasinin, hukukun, içerideki birlik ve uyumun ne denli önemli olduğunu gösteriyor.