Türkiye’nin uluslararası parıltısı İmamoğlu gölgesinde sönümleniyor

Rusya lideri Putin yada başka birinin ağzından barış görüşmeleri İstanbul’da olabilir türünden bir açıklama geldi mi, iktidar çevrelerini bir heyecan dalgası sarıyor. Haksız da sayılmazlar.

Geçtiğimiz haftalarda üç yıl aradan sonra Rus ve Ukrayna heyetleri Türkiye’de bir araya geldiğinde, hatta bir Zelenski-Putin zirve olasılığı bile dünya basınının spot ışıklarının Türkiye’ye çevrilmesine neden oldu. Alman basınında “Bu Erdoğan’sız da olmuyor” minvalinde başlıklar atıldı; Yunanlılar kıskançlıktan çatladı.

Sonra ne oldu? Türkiye, kendi iç boğucu gündemine geri döndü. Ne yapar eder, “Türkiye; vazgeçilmez müttefik” temasıyla yine gündeme bir şekilde otururuz denerek, muhalefeti sindirmeye yönelik operasyonlara devam edildi. Yanılgı da zaten burada. Baskıcı rejim Türkiye’nin uluslararası alanda normal şartlarda hak etmesi gereken parıltının birden alevlenip sonra sönümlenmesine neden oluyor.

Hatırlayalım; benzer bir süreç 2022’de yaşanmadı mı? Ankara tarafları bir araya getirdi, dünya basını Türkiye’ye aktı. O dönem tarafların özellikle de bir tanesinin bu fırsatı değerlendirmemesi Türkiye’nin suçu değil. Ama yine hatırlayalım, Türkiye hemen ardından bu kez BM’nin de katılımıyla Karadeniz buğday uzlaşmasına imzasını attı. 

Sonra ne oldu? Türkiye’nin bu diplomatik “başarı” haberleri yerini, iktidarın muhalif sesler üzerindeki baskıcı yöntemlerine dair haberlere bıraktı.

Arabuluculuk için Türk diplomasisinin yeterli birikimi var

Bu noktada “kolaylaştırıcılık” ya da “arabuluculuğa” dair bir parantez açmak isterim.

İstanbul coğrafi konumu itibarıyla; Türkiye ise, Rusya’yla diyaloğu kesmemiş bir NATO ülkesi olması nedeniyle, kolaylaştırıcılık, arabuluculuk için uygun bir konumlanmaya sahip. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da gerek Ukrayna gerek Rusya liderleriyle ilişkileri de bir avantaj.

Ancak, arabuluculuk misyonu “İstanbul size yakın; Çırağan’da yada Dolmabahçe’de size güzel bir yer ayarlarız, suyunuzu çayınızı da eksik etmeyiz” şeklinde sadece lojistik imkan sunmayla sınırlı değildir. 

Özellikle de uzlaşmaya yanaşmayan tarafları masada tutmak; görüşmeler tıkandığında yaratıcı çözümler getirmek, görüşmelerin kesilmemesini sağlayacak diplomatik kurguyu oluşturmak, tarafların kendisine yontacağı yapıcı muğlaklığa dayalı formülleri bulmak da kolaylaştırıcılığın, arabuluculuğun belki de en hayati işlevidir. 

İşte bu anlamda Türk diplomasisinin önemli bir tecrübesi ve birikimi var. Her şeyden önce Türk diplomatlarının bir nevi ömrü, Türkiye’nin sorunlu olduğu ülkelerle uzlaşmazlık konularını ikili bazda müzakere etmekle geçti. Türkiye - Yunanistan istikşafi görüşmeleri ya da Kıbrıs müzakerelerini hatırlatmama gerek yok sanırım. Türkiye’nin hem çok taraflı uluslararası platformlardan gelen tecrübesi, hem de İsrail-Suriye, İsrail-Filistin, Afganistan-Pakistan, Sırbistan-Bosna Hersek gibi ikili veya üçlü görüşmelerde arabulucu rolü üstlenmişliği var.

Arabuluculukta marka olmak

Yani Türkiye kolaylaştırıcılık, arabuluculukta bir marka olabilir. Ancak iş içeriye geldiğinde uzlaşmanın u’sunu duymak istemeyen, kendi muhalif seslerine tahammülü olmayan bir iktidarla bu marka konumlanmasını yapamazsınız.

Zaten onun için, Türkiye uluslararası camiada anlık parıltılara sahne oluyor. Bu parıltılar kısa sürede sönümleniyor, Türkiye bu parıltıları sürdürülebilir kılamıyor, deyim yerindeyse nakte de çeviremiyor.

Misal; 2022’de Ukrayna ve Rusya’yı masaya oturttuktan sonra, dünyadan çeşitli üniversitelerin Türkiye’deki üniversitelerle işbirliği arayışına girip, arabuluculuk konusunda ortak çalışmalar yapmayı önermeleri beklenirdi. 

Ancak, dünya çapında ün kazanmış kendi hocalarına kampüse girmeyi yasaklayan bir zihniyetle yönetilen Boğaziçi Üniversitesi’yle dünyanın hangi önemli üniversiteleri iş birliği yapar? Varsa, küresel güneyle yapılan işbirlikleri elbet küçümsenemez, ama bunlar Türkiye’yi birinci lige yükseltmez.

Türkiye uluslararası diplomasi alanında özellikle de arabuluculuk konusunda kendisine bir yer etseydi, Antalya Diplomasi Forumu, kurulmasının üzerinden çok kısa bir süre geçmiş olsa da, herkesin gelmeye can attığı bir platform olurdu. Bırakın Batılıları, bu sene Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nden bile lider düzeyinde anlamlı katılım sağlanamadı.

16 milyonluk şehrin büyükşehir belediye başkanını tutuksuz yargılamaz, hapiste tutarsanız, İstanbul’u “adil bir diplomasinin” “güçlünün haklı değil, haklının güçlü olduğu” bir sistem savunuculuğunun sembol başkenti haline getiremezsiniz.

Paris Bosphorus Enstitüsü, Türkiye ile Fransa arasındaki önemli diyalog kanallarından biri olarak yıllık toplantılarını İstanbul’da düzenliyor.

Geçen seneki toplantının açış konuşmasını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu yapmış, bendenizin yönettiği panele kalarak yaklaşık iki saat görüşmeleri dikkatle izlemişti. Geçen hafta 17'ncisi yapılan yıllık toplantıda belki ismen zikredilmedi, ama gölgesi toplantının üzerindeydi. Bir ara baktım, Fransızların cep telefonlarında Yeni Şafak’ın İmamoğlu’nu terör örgütünün başı, belediye çalışanlarını da örgütün elemanları olarak gösteren şema dolaşıyor. O noktadan sonra Fransızlarla hangi alanlarda iş birliği yapılabileceğine dair manalı bir diyalog kurmak mümkün mü?

Lavrov’un kör gözüm parmağına Ankara ziyareti 

Mesele iç politika ile de sınırlı değil. Türkiye’nin çok övündüğü alverci tavrı da bir arabulucuda olması gereken güvenilirliği zedeliyor. Her ne kadar Türkiye’nin Batılı müttefikleri Ankara’nın Rusya ile diyaloğu koparmamış olmasına karşı çıkmasalar ve hatta “bu durum bizim için de iyi” deseler de, Ukrayna-Rusya dengeleme stratejisinde zaman zaman ibrenin Rusya’ya kayması hem kafa karıştırıcı oluyor hem de irritasyon yaratıyor. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın yaptığı tüm açılımlara karşın, müzakere masasına oturmaya yanaşmayan Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un tam da 3 yıl önce Ukrayna’ya saldırının başladığı 24 Şubat’ın yıldönümünde kör gözüm parmağına, der gibi Ankara’ya resmi bir ziyaret yapması, Kremlin’e karşı ortak cephede açılan bir çatlak olarak görülüyor.

Sonuçta gerek içerde esen baskıcı rüzgar, gerekse dış politikadaki kimi ikircikli tavırlar, Türkiye’nin uluslararası diplomaside edindiği parıltıların hızlıca sönümlenmesine, diplomatik başarıların anlık fotoğraflardan ibaret kalmasına neden oluyor.