Körfez’de üç gün: Yazan, yöneten ve oynayan Trump

Trump, Ahmed Şara, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman

Tarihin akışının çok hızlandığı bir dönemde olduğumuz doğru. Bu akışın muharrik gücü, dikkatlerin odağı da Trump. Zaten, Trump’ın her davranışı sahne ışıklarını almaya yönelik. Diplomasiyi bir “sahne” olarak değerlendiriyor Trump.

Dünyanın bugün de tek süper gücü olan ABD’de Obama gibi dışarıdan bakıldığında “beğenilen” başkanların dış politikası arkasında korkunç bir enkaz bırakabiliyor. Ne yapacağı önceden kestirilemeyen, hal ve tavırları çoğu zaman garipsenebilen Trump gibi bir başkan ise çevresindeki kıdemli uzmanlara da kulaklarını da tıkadığı, hatta belki özellikle böyle davrandığı için, olumlu işler yapabiliyor.  

Trump ilk yurtdışı gezisini sırasıyla Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni kapsayan bir Körfez turuna ayırdı. Bu arada, onun arkasından Netanyahu’yla iş çevirip ABD’yi İsrail’le birlikte İran’a saldırtmaya kalkıştığı anlaşılan Ulusal Güvenlik Danışmanı Waltz’u kovdu.  Yemen’de Husilerle (İran destekli Ensarullah) ateşkes yaptı. İran’la nükleer anlaşmada ilerleme kaydetti. Yine İran destekli Hamas’la Mısır’da doğrudan müzakereye girdi. ABD vatandaşlığı da olan rehine İsrail askeri Edan Alexander’in serbest bırakılmasını sağladı. Riyad’da geçiş dönemi Devlet Başkanı El Şara ile görüşüp, Suriye’ye yaptırımları kaldırdı. Dışişleri Bakanı Rubio’yu İstanbul’da Ukrayna, Türkiye, Almanya, Fransa, Britanya’yla görüşmeye, başmüzakerecisi Witkoff ve ilgili Özel Temsilcisi Kellog’u Ruslarla ateşkes görüşmelerine gönderdi.

 

Trump, Ahmed Şara ile başkent Riyad'ta bir araya geldi. Görüşmeye Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman da katıldı

Trump bir şeyi de yapmadı: Körfez’e kadar gelmişken, İsrail’e gitmedi. Tüm hamleleriyle de İsrail’e işlerin artık eskisi gibi olmayacağı mesajını verdi. Kurnaz Netanyahu’ya onu ahmak yerine koymaması, kendini çok akıllı sanmaması ve ikili ilişkide hangi tarafın sıkletinin ağır bastığını, kimin kime bağımlı olduğunu unutmamasını çok sert ve doğrudan bir biçimde anlatmış oldu. Netanyahu’nun karşı hamle olarak Gazze’de sürdürdüğü toptan yıkım ve kırımı artık topyekûn işgal ve ilhaka vardırmaya cüret edebilecek mi, görmekte gecikmeyeceğiz. Ancak arasından “gün ışığı sızmadığı” söylenegelen ABD-İsrail ittifakının da Trump’ın Körfez turundan sonra eskisi gibi devam edemeyeceğini belirtirsek fazlaca yanılmış olmayız.

Trump’ın “perakende pazarlıkçı” (“transactional”) diplomasisinin, deyim yerindeyse “al gülüm, ver gülüm” boyutu da dikkat çekti. Trump gelmeden damadı Jared Kushner tek başına ve kendi oğlunun yanısıra, NY iş âleminden ahbabı şimdiki başmüzakerecisi Witkoff’un oğulları hep birlikte aynı duraklara uğrayıp, kârlı anlaşmalar yaptı. Özellikle Kushner’in yatırım fonunun yüklü katkılar aldığı, iki mahdum beyin ise “kupon” gayrımenkûl ortaklıklarına girdikleri belirtiliyor. Katar Emiri’nin Trump’a 400 milyon dolar değerinde bir yolcu uçağı hediye etmesi ve bu uçağın başkanlıktan ayrıldıktan sonra da Trump’ın kullanımına tahsis edilecek olması ancak bir iki kaşı kaldırdı. Trump’ın kendi de silâh ve yolcu uçakları satışları, yatırım taahhütleri dahil 2.4 trilyon ABD dolarına varan bir meblağı toparladı geçti.

Trump, Orta Doğu turu ayağının ikinci ayağı olan Katar'ın başkenti Doha'da, Katar Emiri Temim Bin Hamed Al Sani ile Emirlik Divanı'nda

Trump’ın Erdoğan’a yönelik teveccüh ve muhabbeti de açık. Peki Türkiye “kim” ve dünya haritasının neresinde? Yeniden Ortadoğu’nun göbeğine mi oturdu? Kuzeyinde Ukrayna, güneyinde Suriye ve Gazze, doğusunda nükleer İran; şu bilinen türküdeki gibi “bir elim yâr kolunda bir elim boşa geldi” diplomasisi mi izliyor? Yahut “Urfa’ya gelecek paşa” kâh Trump, kâh Putin mi? Mesela, Trump’ın El Şara’yı Suriye’nin İbrahim Anlaşmaları’nı imzalamaya (en hafifi deyişle) teşvik etmesi, Erdoğan’ın Suriye’den almayı hayal ettiği ihaleleri bu şarta endekslemiş olmuyor mu? Mesela Putin’in İstanbul tercihi, Türkiye’yi başta NATO, Batı “mimarisi” içinde ayrıksı tutmaya yönelik bir hamle mi?  

Bakınız Ord. Prof. Dr. Kalaycıoğlu Türkiye’nin dünya haritasının neresinde olduğunu şöyle anlatmış, kısaltarak alıntılayalım:

“Türkiye’nin hukukun üstünlüğü performansı Dünya Adalet Projesi ölçümlerine göre 2024 sonunda da 117/142. sıraya inmiştir. The Economist’in Democracy Index ölçümlerine göre Türkiye’nin puanı, 10 puanın mükemmel demokrasiyi, 0’ın ise mutlak otoriterliği gösterdiği bir ölçekte 2024 sonunda da 4.26 / 10’a düşerken, Türkiye’nin demokrasi ile yönetilmeyen bir melez rejim olduğu saptanmaktadır. Varieties of Democracy (V-DEM) demokrasi ölçümlerine göre de Türkiye 2024’te seçimsel otokrasi (electoral autocracy) olarak nitelendirilmektedir. Freedom House tarafından Türkiye ilk kez 2018’den beri “özgür olmayan ülke (not free)” olarak nitelendirilmektedir. Türkiye’nin The Economist, Democracy Index hesaplamalarına göre özgürlükler (civil liberties) puanı 2022, 2023 ve 2024 yıllarında 2.06 / 10 düzeyinde olup, otoriter olarak tanımlanan Gine, Kamerun, Rusya, Azerbaycan, Belarus gibi ülkeler düzeyinde yer almaktadır. Sınır Tanımayan Muhabirler (RSF) Dünya Basın Özgürlüğü Raporu verilerine göre Türkiye, Basın Özgürlüğü sıralamasında 2025’te 159/180. sırada yer alarak dünyada basın özgürlüğünün olmadığıyla ünlenen Asya, Latin Amerika ve Afrika ülkeleri arasında yer alan bir yasaklar ülkesi görüntüsü vermektedir.”

Trump, Orta Doğu turunun üçüncü ayağı kapsamında Abu Dabi'de, BAE Devlet Başkanı Muhammed Bin Zayid Al Nahyan ile bir arada

Türkiye’nin nerede olduğunu konuşmak, kim olduğunu tartışmadan mümkün değil. “Biz kimiz?” sorusuna verilecek yanıt ise en çok “AB ile ilişkiler” bahsinde billurlaşıyor. Nitekim, Avrupa Parlamentosu Türkiye Daimi Raportörü Sanchez Amor da Euronews’a verdiği  mülakatta “Sistemin biraz Rus modeli gibi koktuğu hissedilmiyor mu?" diye sorduktan sonra şöyle devam etmiş:

"AK Parti'nin Türk toplumuna sunduğu toplum modeli, Rus modeline benziyor. Bir tek adam yönetimi, seçimler, az ya da çok muhafazakarlık, seçimlerden sonra da denge denetimi eksikliği, düşük parlamento fiiliyatı, medya özgürlüğün olmaması ve her türlü eleştiriye baskı. Muhalif figürler yargılanıyor. Şimdi İmamoğlu, ama öncesinde DEM ve CHP’den pek çok belediye başkanı, gazeteciler, avukatlar, barolar, tabip odaları, öğrenciler. Bu modelin olgun bir demokrasiyle bağdaşmadığı gerçekten hissedilmiyor mu? Eğer olgun bir demokrasi değilseniz, Avrupa Birliği üyesi olamazsınız. Gerçek bu.”

Devamla, Avrupa güvenlik mimarisi konusuna da değinen Sanchez Amor “Avrupa'nın Türkiye'nin askeri gücüne ihtiyacı var" algısıyla ilgili olarak ise, “’Bizim askeri gücümüz üyeliğin kapılarını açacaktır’ gibi söylemlerin kamuoyunu yanıltan bir kampanyanın parçası olduğunu” belirtiyor.

Aslında bir bakıma yanılıyor Sanchez Amor: Zira, askeri mimari kaldıracı, vizesiz seyahat ve gümrük birliği güncellemesi için yeterli olacaksa, bu durum Erdoğan ve Hakan Fidan’a fazlasıyla yeter. Onların zihninde bir AB üyeliği tasavvuru yok çünkü. Nitekim Mustafa Kutlay, ForeignAffairs dergisine yazdığı “Türkiye’nin Orta Sıklet Güç İkilemi” başlıklı makalede 2019-23 arasında Türkiye 53 milyar dolar yabancı doğrudan yatırım (“FDI”) çekebilirken, ekonomik büyüklüğü ülkemizin ancak yarısına tekabül eden Vietnam’ın buna rağmen aynı dönemde 84 milyar dolar tutarında “FDI” çektiğinin altını çiziyor.

Trump’ın başkan seçilmesiyle, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD öncülüğünde kurulan “liberal” dünya düzeninin artık geri gelmemecesine, kesin bir biçimde tarihe gömüldüğü açık. “Çok kutuplu” olduğu iddia edilen yeni dünya düzensizliği ise Türkiye için fırsatlar kadar sakıncalar da barındırıyor.

Eğer biz kendi potansiyelimiz kadar sıkletimizin de tam anlamında farkında olmazsak, eğer yapay zekâ başta bu geçilmekte olan üçüncü küresel devrimi de öncekiler gibi ıskalarsak vay halimize!

Yine duvara toslamamak için alelusul ayak bileklerimize yeni “diplomatik gülleler” bağlamaktan kaçınmalıyız. Cüret ile cesareti, gözüpeklik ile gözükaralığı birbirlerine karıştırmamalıyız. Demokrasiyi, jeostratejik konuma kurban etmemeliyiz. Tarihsel kimlik ve organik cumhuriyet bilinci ile birlikte ayırt edici bir gelecek vizyonuna da sahip olmalıyız.

ABD sıklet ve konumunda olunca Trump’ın “kısa günün kârı” yaklaşımı farklı, Türkiye kimliğinde ve yerinde olunca “perakende pazarlıkçı” politikalar farklı sonuçlar verecektir. Ne “stratejik özerklik” arayışımızı bir başına buyrukluğa dönüştürmeli, ne çok kutuplu dünyada “ekmeğimizin peşinde” koşma kaygısıyla her durumda “denge” adı altında bir “hedging” tutumunu tercihi kutsallaştırmalıyız.

Özetle dış politikamız, Cumhuriyetimizin demokrasiyle taçlanması amacına hizmet etmelidir. Bu da mevcut iktidarla olacak iş değildir. Dolayısıyla adayımızı yanımızda, sandığı önümüzde görmek için elimizden ne geliyorsa onu yapmayı yılmadan ve sinmeden sürdüreceğiz.