Bir kriz nasıl yönetilmez dersi olarak okutulacaksa, kitabının ilk bölümü “Espressolab case”olmalı.
Bir kahve zinciri olarak Türkiye’nin en hızlı büyüyen markası ve dikkat çeken ürünüydü.
Sanki yabancı bir marka imiş hissi veren adı, şık dükkanları, hızla artan şube sayıları ile Amerikan devi Starbucks’tan, Türkiye devi Kahve Dünyası’ndan, Ülker’in aynı alandaki markası Cafe Crown’dan daha ciddi bir büyüme gösteriyordu.
Zincirin arkasında AKP’ye yakın, daha doğrusu muhafazakar camianın bilinen firmalarından SÜTİŞ’in olduğu pek bilinmiyordu.
Marka özellikle Starbucks’lara yönelik Gazze protestoları, boykotları ve fiili saldırıları sonrası gündem olmaya başladı.
“Starbucks hedefte idi, çünkü iktidar Espressolab’in büyümesini istiyordu.”
Bu dedikodu hızla yayıldı.
İlginçtir, iktidara daha yakın bir marka olan Çay Saati adlı zincir değil de, Espressolab hedefti.
Hal böyle olunca gözler markaya çevrildi ve Espressolab gözlem altına alındı.
Şaşırtıcı bir hızla büyümüştü.
Butik yerlerde şube açıyor, en iyi yerleri kapıyordu.
Vakıflara ait “kupon” lokasyonlarda açılan Espressolab’lar gerçekten dikkat çekiyordu.
Bu arada üniversitelerde de hızla sayıları artıyordu.
Aylar önce ben bu duruma dikkat çekince firmanın sahiplerinden biri beni arayıp “Bu dükkanlar bizim değil. Bu yerleri vakıflardan ya da üniversite yönetimlerinden kiralayanlar bizden bayilik istiyor, biz de veriyoruz. Buraları kiralayan biz değiliz” açıklaması yapmıştı.
Belli ki, muhafazakar camianın bir ortaklığı söz konusu idi.
İktidara yakın kişi ya da kuruluşlar ballı yerleri kiralıyor, buralarda ne yapacağını düşünmektense yine muhafazakar camianın hızla büyüyen markası ile işbirliği yapmayı tercih ediyorlardı.
Bu arada firmanın diğer ortağı olan kardeş ise katıldığı yayınlarda bana sallıyordu ama alışık olmadığım bir durum değildi.
Firmanın başına ilk büyük bela, Boğaziçi Üniversitesi’nin kampüslerinden birinde açılan şube ile geldi.
Ucuz kantinin yerine, pahalı Espressolab’in gelmesi buradaki öğrencileri kızdırdı. Sevilen kantincinin de desteğiyle öğrencilerin protestoları başladı.
Espressolab okullardaki “hate brand”e yani “nefret markası”na dönüşmeye başladı.
Marka gençlerin diline düştü.
CHP’nin boykotu da aslında böyle başladı.
Ne Özgür Özel’in ne de başka bir CHP’linin Espressolab ile bir derdi vardı.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel boykot edilmesini talep ettiği markaları açıklarken, gençler “Espressolab” diye bağırınca o da “Tamam Espressolab’i de boykot ediyoruz” dedi.
Ama boykotu asıl başlatan ve büyümesine sağlayan, AKP’li bakanlar, özellikle de Mustafa Varank oldu.
Varank elinde D&R poşeti, yanında badem bıyıklı bir grupla ile Espressolab’e oturunca ve AKP Gençlik Kolları aynı poşetlerle onun yolundan gitmeye başlayınca Espressolab boykotu patladı.
Boykotun başarısının arkasında Özel değil, Varank vardı aslında.
En büyük hata bu oldu.
Marka kendini bu şekilde iktidarla özdeşleştirdi.
Sonrasında Çiğdem Simavi ile yapılan PR faaliyeti geldi.
Koç Grubunun ana kraliçesi, belki de hayatında ilk kez Merter’e giderek markaya destek verdi. Markanın sahibi ile aralarında komşuluk ve eski dostluk ilişkisi olduğu söylense de bu markanın imajını toparlamadı ama Koç Grubunun imajına zarar verdi.
Espressolab öğrencilerin tepkisine karşın tek doğru hamlesini yaptı ve üniversite kantinlerinde ve diğer mağazalarında öğrencilere yüzde 25’lik bir indirim başlattı ama bunu anlatamadı.
İstanbul depreminde güvenli şubelerini halka açıp kahve su ikram edeceğini söyledi, buna da kulak asan olmadı.
Marka can çekişiyor, kimi semtlerdeki şubelerde müşteri kaybı yüzde 80’leri aşıyordu.
Ve Espressolab son büyük hatasını yaptı.
Boykot çağrısı yapanları dava etmeye başladı.
Her ne kadar “Boykot edenleri değil, hakaret edenleri dava ediyoruz” dese de kimsenin aradaki nüansı ciddiye alacak hali yoktu.
Marka iyice antipatik oldu.
İşleri iyiden iyiye zorlaştı.
Muhafazakar semtlerdeki işleri büyük ihtimalle çok da düşmemiştir ama bir “aşk markası” özelliklerini kaybettiler.
Işıltı kayboldu, cazibe bitti.
Üst sınıfın tercih ettiği kahve imajı çöktü.
Bu, markayı muhafazakar mahallede de erişilebilir arzu nesnesi olmaktan çıkaracaktır.
Oysa hiçbir şey yapmadan otursalardı ve Mustafa Varank meseleye dahil olmasaydı boykot başlamadan bitmiş, cılız bir müşteri kaybı ile konu kapanmış olacaktı.
O yüzden Espressolab birini dava edecekse önce Mustafa Varank’ı etsin, sonra AKP Gençlik Kolları’nı.
Marka yüzü bunlar oldu mu, markanın yüzü gülmüyor.
TOGG gibi bir markayı da bunlar mundar etmedi mi!
Dünün sözde milliyetçileri şimdi Pekekeperver Cemiyeti mensubu oldular
Güleyim mi, yoksa sinirden delireyim mi bilemiyorum.
Düne kadar CHP, “Kardeşim, Kürt meselesini çözeceksek bu HDP ile görüşmeliyiz. Sırtımızı dönerek bu meseleyi çözemeyiz” diyordu.
MHP’nin ve MHP’nin liderinin öncülüğünde tüm sözde muhafazakar ve palavradan milliyetçilerinin hedefi haline geliyordu.
Ne kadar inek hırsızı, çocuk tacizcisi, mafya bozuntusu, pavyon fedaisi, din taciri var ise CHP’yi suçluyor, Türkiye’nin kurucu partisine “terör destekçisi” yaftası yapıştırıyor, milletvekillerine hatta genel başkanlarına kuduz köpek gibi saldırıyorlardı.
“Terörle pazarlık mı olur, HDP de PKK’nın devamıdır, HDP ile masaya oturmak PKK ile oturmaktır’ diye hönkürüyorlardı.
Hepsi milliyetçilik şampiyonuydu.
Sonra garip zamanlarda garip işler yaparak Türkiye’nin kaderiyle oynamakla ünlü siyasetçimiz ani bir çark yapıverdi.
Kürt siyasetinin partisi ile iletişimde olduğu için CHP’yi “DEMlenmekle suçlayan” Bahçeli kendisi PKK’leniverdi.
Hem de aniden, hiç beklenmedik bir şekilde.
Ve yukarıda saydığım sözde muhafazakar ve sözde milliyetçi kitle birdenbire toptan Pekekeperver oldular.
Dün CHP’yi terörle işbirliği ile suçlayan ne kadar inek hırsızı, çocuk tacizcisi, pavyon fedaisi, din ticaretçisi var ise hepsi birdenbire jargon değiştirdiler.
Dünlerini HDP’ye ve DEM Parti’ye sövmekle geçirenler, ben Habertürk’te HDP’lileri konuk etmek için mücadele verirken, “Terörle arasına mesafe koymayanları biz televizyonumuzun kapısından bile sokmayız” diyenler bugün birer PKK sözcüsüne dönüştüler.
Alfabelerindeki A harfi anında E’ye dönüştü.
Dün sövdükleri Öcalan birden “cici babaları” oldu.
Öcalan’la röportaj yaptığım için yıllardır bana sövenler şimdi Öcalan’ın kapısında yatacaklar nerede ise.
Yakında hep birlikte “Pekekeperverler Derneği” kurarlarsa hiç şaşırmayacağım.
İlginç olan, bu “yavşaklığın” karşı tarafta da karşılığının olması.
Kim bilir belki de topaç çeviren çocukların neşesi içinde bu fırdöndülerden keyif alıyor da olabilirler ve haksızlar da demem.
Ama ne yalan söyleyeyim, yavşaklığın bu kadarı da bana fazla geliyor.
Ama şaşırmıyorum.
Aynı it sürüsü değil miydi dün “Hoca Efendi dön gel, seni çok seviyoruz” diyerek Gülen’e övgü düzüp sonra FETÖ düşmanı kesilenler ama yine de arkadan açık kapı bırakarak ne olur ne olmaz diyenler.
Tabii şaşırmıyor olmam midemin bulanmasına engel olmuyor.
NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
İlkesizlik alkışlanmadığı zaman.