Üç hafta önce Economist’te bir yazı yayınlandı. Başlığı ironik biçimde “Dünyadaki milliyetçiler birleşin!” idi. Yazı her ülkedeki muhafazakâr siyasetlerin liberalizme karşı küresel bir cephe oluşturuyor olduklarından söz ediyordu. Liberalizm derken de kastedilen özgürlükler ve demokrasi. Bir masa etrafında oturup el sıkışmıyor olabilirler ama ülkelerdeki popülist, otoriter, şoven iktidarların söylemleri, politikaları giderek birbirlerine benziyor.
Birbirlerinden öğreniyorlar, kopyalıyorlar ve iktidarları için kendi toplumlarının rızasını alabilmek adına da birbirlerine düşmanlığı kullanıyorlar. Hatırlayın geçen ilkbaharda Türkiye ve Yunanistan siyasetçilerinin birbirlerine söylemlerini. Neredeyse savaş ihtimalinden bile söz edilir, ekranlarda askeri güç kıyaslamaları yapılır olmuştu. İkisi de seçimleri kazandılar, şimdi o gerilimden bahseden yok.
Bu liderler dünyanın yeni bölüşüm kavgasının liderleri ve tetikleyicileri de aynı zamanda. Bir yandan ekonomik, bir yandan siyasi egemenlik kavgası sürdürüyorlar diğer yandan da Müslüman coğrafya ile Batı arasındaki gerilimi, ayrımcılığı, radikal hareketleri körüklüyorlar.
Örneğin Macaristan Başbakanı Viktor Orban Avrupa’nın ortasında ve Avrupa Birliği’nin içinde popülist, şoven, otoriter iktidarın ve hareketin lideri. Göç, ailenin rolü, toplumsal cinsiyet ve ulusal egemenlik konularında sert politikalar izliyor. Öte yandan bizim iktidarı çok da beğeniyor, alkışlıyor. Orban bir hafta önce Antalya Diplomasi Forumu’ndaki konuşmasında göçmen politikası nedeniyle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı övdü.
Habere göre Türkiye’nin göç konusundaki rolüne değinen Orban şöyle demiş: "Türkiye olmasaydı şu anda Avrupa, Avrupa Birliği (AB) ülkeleri tamamıyla istikrarını kaybetmiş olurdu. Erdoğan bir yerde Avrupa kıtasını kurtardı. Neredeyse son sekiz yıldır da bu görevi üstlenmekte. Dolayısıyla Türkiye’deki güçlü liderlik olmasaydı hepimizin başı belada olurdu Avrupa’da, bunu söyleyebilirim. Dolayısıyla Avrupa’da herkes Türkiye’ye minnet duymakta ve duymalıdır da zaten."
İktidarlar gerilimleri tırmandırıyor
Paradoks şurada ki bizim iktidarımız da Batı karşıtlığı konusunda, Batı’daki İslam karşıtı ve göçmen karşıtı politikalar, hareketler nedeniyle emperyalizmle mücadele ettiğini anlatıyor bize. İktidarın sözcüleri yerli ve milli olmak gerekliliğini, hatta bugünün sol söyleminin enternasyonalist olmaması gerektiğini söylerken, İstanbul adayları da İstanbul seçimini kazanınca Gazze’nin de sevineceğini söylüyor.
Economist’teki yazıda Orban ve Macaristan hakkında şu tespit vardı: Macaristan’ın başkenti, sağcı siyaseti yeniden şekillendirmeye yönelik küresel bir hareketin kalbinde yer alıyor. Bizim iktidarın trolleri de hilafet diyerek, yeni Osmanlıcılık hayalleriyle Müslüman dünyanın liderliği hayalini kuruyor. İki küresel şoven iddianın liderleri de birbirlerine övgüler düzüyor.
Öte yandan Gazze’deki soykırımı dünya da batısıyla doğusuyla seyrediyor. Müslüman coğrafyanın yoksul ve çaresiz insanları oligarşik ve otoriter yönetimlerden kurtulamadıkça canları pahasına Batı’ya doğru göç ediyor.
Bu iktidarlar birbirlerinden besleniyorlar, birbirlerini çoğaltıyorlar.
Bu yıl içinde neredeyse dünyanın yarısı seçim yapacak. Geçen pazar günü Portekiz seçimlerini de sağ ittifak kazandı. Yalnızca Türkiye siyaseti değil dünya siyaseti de sağcılaşıyor. Avrupa’da muhafazakâr, şoven partiler yükselişte. Mussolini’nin takipçisi Meloni, 2022’de İtalya’da iktidara geldi. Avrupa Birliği’nin en kalabalık beş ülkesinden (Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Polonya) dördünde aşırı sağ partiler var hükümette. İsveç ve Finlandiya gibi sosyal demokrasinin mimarı ülkelerde sağcı popülistler yükselişte. Hollanda’da ve Fransa’da ırkçı Wilders ve Le Pen muhtemelen bir dahaki seçimlerin kazananları olacaklar.
Devletler ve toplumlar güvenlik açmazına sıkışmış durumda. Ve bu durum içinden çıkılmaz bir sarmal. Bu iktidarlar gerilimleri tırmandırıyor, gerilimler toplumların güvenlik ihtiyacını çoğaltıyor, güvenlik ihtiyacı otoriter ve popülist iktidarlara toplumsal rıza üretiyor. Dünyayı tekinsiz hale getiriyorlar, o halin ürettiği toplumsal duyguları manipüle ederek iktidarlarını sürdürüyorlar.
Krizlerin vaka analizi laboratuvarı gibiyiz
Küresel ara buzul dönem uzuyor. Geçici bir araz gibi görünen popülist iktidarlar kalıcılaşıyor. Bir yandan da tüm dünyada gelir adaletsizliği, yoksulluk, eşitsizlik yoğunlaşıyor, derinleşiyor ve kalıcılaşıyor.
Diğer tarafta ve eş zamanlı olarak da bu siyasi ve toplumsal gerilimin tümüyle dışındaymış gibi görünen, bildiğimiz hayat ritmini tümden değiştiren yeni teknolojilerin sahipliği de çok küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşıyor. Tıpkı finansal gücün de çok küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması gibi.
T24’te Eray Özer’in yazısından öğreniyoruz ki, finansal dünyada 4 şirket var ki (BlackRock, Vanguard, State Street ve Fidelity), küresel finans sisteminin aşağı yukarı dörtte birini kontrol ediyor. Bu şirketler ‘varlık yönetimi’ şirketleri olarak biliniyor. Yani aslında yatırımcının parasını işletiyor, profesyonel yöneticiler aracılığıyla dünyanın en büyük şirketlerinin hisselerini satın alıyorlar. Yatırımcıları arasında emeklilik fonları da var, sigorta fonları da bireysel yatırımcılar da.
Teknolojiye dönelim, bildiğimiz her şeyi değiştirecek denilen yapay zekaya en büyük yatırımları yapan, geleceği belirleyecek anahtarı ellerine geçiren 5 şirket var; Microsoft, Google, Amazon, Apple, Meta. Dünyanın yapay zekâ araştırma geliştirme faaliyetlerinin toplam bütçesinin yarıdan fazlasını yalnızca bu 5 şirket yapıyor.
Tüm bu aktörlerin müşterileri dünya üzerindeki her bir birey gibi görünse de sahip oldukları kontrolsüz finansal ve teknolojik kapasitenin asıl müşterisi devletler. Her bir birey, aktör, kurum, toplum hayata dahil ve müdahil olma fırsatına sahip ama marifetine, kapasitesine sahip değil.
Sonuçta kalıcılaşmakta olan popülist ve şoven iktidarlar ile bir avuç finans ve teknoloji tekeli doğal yaşam ritmini bozarak, bükerek geleceği şekillendirmeye çalışıyorlar.
Bu gidişatın ekonomik, teknolojik, toplumsal yanına dair bir iddiası olmadan yalnızca siyasi iktidarlara muhalefetin ülkelerde değişimi başaramadıklarını gördük. İtalya’da, Macaristan’da geniş muhalif ittifaklar yerel seçimleri kazandı ama toplumlarının önüne itirazın dışında bir hikâye koyamadıkları için genel seçimleri kaybettiler. Türkiye’de Millet ittifakı sürecinde benzer şeyleri yaşadık.
İnsanlık bu badiren ancak yeni bir hikâye yazarak ve o hikâyenin taşıyıcısı yeni siyasetlerle çıkabilir.
Türkiye’nin şansı da burada aslında. Dünyanın yaşadığı tüm siyasal ve toplumsal gerilimlerin, krizlerin vaka analizi laboratuvarı gibiyiz. Cumhuriyet’in hedefi muasır medeniyete ulaşmaktı ve şimdi o muasır medeniyetin kendisi krizde. Yüz yıl önce parçası olmak, içinde olmak istenilen bir medeniyet vardı, şimdi o medeniyet de ruhunu kaybetmiş durumda.
Şimdi yazacağımız hikâye yalnızca Türkiye için değil dünyaya da örnek olacak bir hikâye olabilir.
Ne olacak, nasıl olacak sorusuna küreselden değil yalnızca yerelden bakarsak, olan biteni toplumun, bireylerin yaşadıklarından değil siyasi iktidarın görünür sözcülerinin söylemlerinden açıklarsak, var olan iktidarı ve yaşanan gerilimleri ezber şemalardan anlamlandırırsak yeni bir hikâye yazma arzusu kalmıyor.
Kısa vadede iki soru var önümüzde, birisi muhafazakârlara diğeri sekülerlere yönelik. Birinci soru; var olan muhafazakâr siyaset ve entelektüel mahalleden bir demokrat filiz ortaya çıkar mı? Ne olup bittiğini, merkezileşmeyi, keyfileşmeyi, yaygınlaşan yolsuzluğu, her gün yönünü ve hizmetin kalitesini kaybeden kurumları, kuralları onlar da görüyor. Ama henüz o mahalleden güçlü bir itiraz çıkmıyor. Eğer farklı isimler altındaki muhafazakâr dünyanın partilerinden, hareketlerinden ve entelektüellerinden bir demokrat çatlama, ayrışma gerçekleşmez, iktidarın kimlik, kutuplaşma, sağcılaşma ve toplumu siyasetsizleştirme politikalarına örtük onay vermeye devam ederlerse ülke bu gerilimlerden daha uzun süre çıkamayabilir.
İkinci soru; seküler siyaset ve mahallede gerçek bir yeni demokrat siyaset çıkar mı? Yaşadıklarımızı yalnızca siyasi iktidar üzerinden açıklamak yetersiz kalıyor. Başta CHP olmak üzere muhalefet aktörleri bir yandan iktidarın çizdiği zihni ve siyasi çerçevenin dışına çıkamıyorlar, öte yandan yolu kapatan büyük bir kaya gibi yeni siyasetin önünde de ağır bir zihni ve duygusal engel oluşturuyorlar. CHP düzene muhalefet yerine düzenin içindeki muhalefet rolüne razı bir siyaset izliyor. Ak Parti iktidarının tüm hatalarına, yorgunluğuna, bunca siyasi-ekonomik krize rağmen hala birinci parti konumunda oluşunda CHP’nin rolünün, eksikliklerinin, hatalarının payı olmadığını söylemek mümkün değil. Hatta tüm seküler mahallenin söylemlerinin de. CHP içinden veya bir başka hareketten seküler mahalleyi de ileriye taşıyacak, dönüştürecek, yerelden evrensele yeni bir hikâye yazma iddiasındaki bir demokrasi hareketi çıkamaz ise kısa vadede neler yaşayabileceğimizi öngörmek zor değil.
Etkileme kapasiteleri zayıflamış durumda
Her toplumda kanaat önderlerinden, bilim insanlarından, sanatçılardan, aktivistlerden etkilenen kabaca yüzde 90-95’ler mertebesinde bir sessiz kitle var, bir de etkilenenleri etkileme kapasitesi olan yüzde 5-10’luk bir kesim var. Bizim ülkemizde etkilenenleri etkileme kapasitesi olanlar ile etkilenenler arasında da bir yarılma giderek büyüyor. Tıpkı siyasi aktörlerin gerçeklikle bağlarının, beslenme ilişkilerinin kopuşu ve dönüştürücü güçlerindeki eksilme gibi etkilenenleri etkileyenlerin de itibarları ve etkileme kapasiteleri zayıflamış durumda.
Uzun vadenin cevaplarını ararken, ülkeyi anlamak, anlamlandırmak için sessiz kitleyi mi etkileyenleri mi dinliyorsunuz, gündelik hayata mı yoksa yalnızca seçimlerin sayısal sonuçlarına mı bakıyorsunuz sorusuna cevabınız varacağınız sonuçları değiştirebilir.
Tüm bu yaşananlara ülke insanının üçte ikisinin sağcı olduğu kabulüyle bakar ve bu tespitinizi veri kabul ederek siyaset yaparsanız çareyi herkesin sağcı olmasında arar, muhalif de olsanız kimilerinin yaptığı gibi toplumun desteğini alabilmek için sağcı söyleme meyledersiniz.
Tüm bu yaşananları milliyetçilik yükseliyor diye anlarsanız kimilerinin yaptığı gibi daha milliyetçi tavırlar, popülist ve ayrımcı, nefret söylemleriyle toplumun desteğini alacağınızı umarsınız.
Hedef durumu inşa etmeye ihtiyacımız var
Tüm bu yaşananları toplum karizmatik lider istiyor diye okursanız tüm bir geleceği lider arayışına rehin eder, olanları izlemekle yetinirsiniz.
Tüm bu yaşananları bu halk popülizmden hoşlanıyor sanırsanız popülizmi daha kaba popülizmle yenebileceğinize inanırsınız.
Hatta yalnızca muhalif partilerin bir kısmının oy tabanlarına, eğitim ve gelir seviyelerine bakıp hüküm verirseniz sanayi toplumu ideolojisi içinde kalıp, iktidar partisinin daha solcu olabileceği iddiasına bile varabilirsiniz.
Ya da bu memleketin geleceğiyle ilgili burnunuzun direği sızlıyorsa, hayat ustam Tarhan Erdem’i anarak, onun sorusuyla, “memleket bu badireden nasıl çıkar”, daha doğru bir siyaset nasıl inşa edilir, yeni Türkiye hikayesi nasıl yazılır sorusunun peşine düşersiniz.
Halbuki dünyanın Türkiye’sinde bu küresel ara buzul dönemde kendimiz için de dünya için de yeni bir hikâye yazabiliriz. Yazmalıyız da.
Eğer bunu başaramaz isek ve beş haftadır dikkatinizi çekmeye çalıştığım büyük sağ-muhafazakâr konsolidasyon gerçekleşirse daha zor günler yaşayabiliriz. Daha önceleri de böyle bir kutuplaşma, cepheleşme yaşanmıştı deyip geçebiliriz ama bu kez farklı dinamikler ve unsurlar var.
Ellili yıllardaki cepheleşme yaşandığında Türkiye köylü bir toplumdu, 24 milyon nüfusun 17 milyonu kırlarda yaşıyordu. Cepheleşmenin gündelik hayattaki etkisi aynı kimlikten ve tanış olan insanların kahvehanelerini ayırmak olmuştu ama çatışma yoktu.
Yetmişli yıllarda Milliyetçi Cephe Hükümetleri döneminde kentleşme başlamıştı. Nüfus 40 milyon, kent nüfusu 17 milyona ulaşmıştı ama hala 23 milyon kırlardaydı. Gerilim ve şiddet gençlik hareketleriyle sınırlı kalmıştı.
Şimdi nüfusumuz 85 milyon ve yüzde 94 nüfusumuz kentlerde, yüzde 52 nüfusumuz 12 metropolde. Tanış olunmayan kalabalıklarda, kimliklere sıkışmış haldeyiz. Günaydın, merhaba gibi küçük etkileşimlerden bile uzağız ama aynı apartman tarlalarında birbirimizden çekinerek, ne olduğunu bilmediğimiz tehlikelerden endişelenerek yaşıyoruz.
Aramızda ne kadar paralı asker ya da ne kadar IŞİD gibi küresel terör örgütü üyesi var ya da gizli servis devşirmeleri var bilmiyoruz. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün operasyon açıklamalarından anlıyoruz ki metropollerimizi uluslararası suç örgütleri sarmış.
Bu kez cepheleşme, kutuplaşmanın toplumsal psikolojideki etkileri manevi şiddetten maddi şiddete dönüşmeye daha yatkın.
Dünyanın karmaşası da ülkenin gerilimleri de endişeleri çoğaltıyor. O nedenle önce tüm etnik, dini, siyasi, hayat tarzı ve her türden farklılıklarımızla bir arada yaşamı kurmayı hedeflemeliyiz. O hedef durumda yeni bir siyasi rekabet mümkündür ama önce o hedef durumu inşa etmeye ihtiyacımız var. O hedef duruma ulaştığımızda yeni bir sol ya da sağ siyaset nasıl olacak o gün tartışabiliriz.
Şimdi “dünyanın iyileri birleşin” diye haykırmak, toplumsal esenliğin ve iyiliğin peşine düşmek zamanıdır.