Süreç üzerine

Türkiye’de Kürt meselesi söz konusu olduğunda, yıllardır aynı sözcük etrafında dönen bir dil oluşmuş durumda: “süreç.” Bu kelime, çoğunlukla başka terimlerle birleşerek (“çözüm süreci”, “barış süreci”, “demokratik açılım süreci”) sadece belirli politikaları değil, aynı zamanda dönemin siyasal atmosferini, beklentilerini ve aktörler arası ilişkileri tanımlar hale geldi.

2025 itibarıyla bu kelime yeniden siyasetin merkezine yerleşti. Ancak bu seferki süreç, 2013-2015 yılları arasındaki çözüm sürecinden farklı. O dönemki süreç, Kürt meselesinin kolektif haklar çerçevesinde çözülebileceğine dair bir çerçeve taşırken, 2025’teki süreç daha çok silahsızlanma üzerine kurulu. Aynı zamanda Kürt siyasetini sistemle uyumlu, denetlenebilir ve belirli koşullar altında meşru sayılabilecek bir çerçeveye oturtmayı amaçlayan kontrollü bir entegrasyon stratejisine dayanıyor. Bu sefer ki süreç “terörsüz Türkiye süreci.”

Tam da bu noktada, 2 Nisan tarihli Devlet Bahçeli tarafından kaleme alınan metin, sürecin siyasal çerçevesini anlamak açısından önemli bir referans. Bu metinde Bahçeli, HDP ve ardılı partilere Türkiye partisi olma çağrısında bulunarak, Kürt siyaseti ile devlet arasındaki ilişkiyi mutlak dışlama yerine, belirli koşullara bağlı bir içerme eksenine yerleştiriyor. Taleplerini merkezi kimlik ve devlet söylemiyle uyumlu hâle getirmiş bir Kürt partisi tahayyülü, Bahçeli’ye göre yeni siyasal denklemin de ön koşulu.

 

Peki, bugün süreç neden yeniden gündeme geldi? Ve neden bu süreç, iktidar bloğunun iki ana partisi arasında örtük bir gerilim yaratıyor izlenimi veriyor? Süreç Türkiye’deki otoriterliği derinleştirmenin bir aracı mı? Bu sorulara yanıt verebilmek için, 2013–2015 yılları arasındaki çözüm sürecinin neden sona erdiğini hatırlamak gerekiyor.

2015 denklemi

2013-2015 arasındaki sürecin çöküşü iki temel nedene dayanıyordu:

Birinci neden, sürecin başladığı dönemde Suriye’deki iç savaşın, Türkiye'nin Kürt meselesiyle doğrudan bağlantılı bir stratejik alan olarak henüz şekillenmemiş olmasıydı. O dönemde çözüm süreci daha çok Türkiye'nin iç siyasetinde bir normalleşme hedefiyle yola çıkmıştı. Ancak süreç ilerledikçe, Suriye’deki gelişmeler Türkiye’nin dış politika önceliklerini değiştirdi. IŞİD’e karşı PYD’nin ABD ile kurduğu ittifak, Ankara’da ciddi bir güvenlik endişesi doğurdu. PYD’nin güçlenmesi ve uluslararası arenada meşrulaşması, devletin gözünde çözüm sürecini doğrudan zedeleyen bir gelişme haline geldi. Böylece dış politikadaki tehdit algısı, iç siyasetteki uzlaşı arayışını gölgeledi.

İkinci temel neden ise, çözüm sürecine paralel olarak Kürt siyasetinin içeride elde ettiği siyasi etkiydi. 2015 seçimleri, bu etkinin doruğa ulaştığı an oldu. HDP, seçim barajını aşıp meclise güçlü bir şekilde girerek Türkiye siyaseti içinde merkezi bir aktör haline geldi. Parlamenter sistemde elde edilen oy oranı, Kürt seçmenini yalnızca temsil gücüne değil, aynı zamanda kritik bir veto kapasitesine de sahip kıldı. Üstelik aynı dönemde, Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” ifadesinde somutlaşan çıkışıyla, Kürt siyaseti açık biçimde muhalefet bloğunun bir parçası olarak konumlandı. Bu durum, hem Cumhur İttifakı’nın kuruluş sürecini hem de başkanlık sistemine geçişi meşrulaştıran temel dinamiklerden biri olacaktı.

Kısacası, 2013–2015 çözüm süreci farklı beklentilerle başlamış, ancak hem dış politikadaki güvenlik kaygıları hem de içeride Kürt siyasetinin güçlenmesiyle birlikte beklenenden ters yönde sonuçlar üretmişti. Milliyetçiliğin yükselişi ve HDP’nin kriminalize edilmesi bu sürecin ardında bıraktığı en belirgin miras oldu.

2015’ten 2025’e ne değişti?

2025 itibarıyla Türkiye'de yeniden gündeme gelen süreç, 2015 çözüm sürecini bitiren faktörlerin dönüşümüne dayanıyor.

Birincisi değişen bölgesel ve uluslararası denklem. Türkiye’nin önceliği artık yalnızca içerideki silahlı aktörleri kontrol altına almak değil; dışarıda, özellikle Suriye’nin kuzeyinde Kürt meselesini yönetmek. Suriye’de Esad’ın devrilmesinden önce ortaya çıkan ancak devrilmesiyle iyice şekillenen yeni bir denge oluşmuş durumda. 2025’e gelindiğinde, süreç doğrudan bölgesel stratejilerin ve bağlantısallığın (connectivity) bir uzantısına dönüşmüş durumda. Iraklı Kürtlerle enerji anlaşmaları, sınır ötesi ulaşım hatları, boru hatlarının güvenliği ve Batı’nın Ortadoğu’daki yeniden yapılanma arayışları, Kürt meselesini çok katmanlı bir hale getirdi. Üstelik Ankara Suriye’de tek başına değil; Körfez’den ABD’ye başka uluslararası aktörlerle de müzakere etmek zorunda.

Bir başka deyişle, 2015’te süreç, Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle yürüttüğü, bir uzlaşının mümkün olup olmadığını test eden sınırlı bir deneyimken, 2025’e gelindiğinde ulus-devlet sınırlarının ötesine taşarak doğrudan bölgesel stratejilerin bir parçası haline geldi. Bu çerçevede Türkiye’nin güvenlik algısı da dönüşmüş durumda. Özellikle İsrail’in etkisinin arttığı 7 Ekim sonrası dönemde, Kürt meselesinin çözülmesi Ankara açısından kritik bir güvenlik önceliği.

İkinci yapısal dönüşüm ise ulusal siyaset ile alakalı. Cumhur İttifakı'nın temel dayanaklarından biri olan, başkanlık sistemine geçişin Kürt siyasal hareketini etkisizleştireceği yönündeki varsayım, pratikte karşılık bulmadı. Aksine, başkanlık sistemi Kürt seçmeni öngörülemeyen bir biçimde siyasetin merkezine taşıdı. Kürt seçmeni sadece kendi güçlü olduğu kentlerde değil, Türkiye’nin tamamında seçim öncesinde kurulan ittifakların belirleyici aktörlerinden biri haline getirdi. Bu nedenle, bu seçmen grubuyla köprüleri atmak (ya da onları güvenlikçi siyaset yoluyla baskı altına alma) sürdürülebilir bir strateji olmaktan çıktı.

Dolayısıyla hem bölgesel konjonktür hem de ulusal siyasal dengeler, iktidar bloğunu Kürtlerle, koşullarını büyük ölçüde kendisinin belirlediği bir müzakere sürecine zorluyor.

Ancak elbette süreç iktidar bloğunun tamamının üzerinde anlaştığı bir yol değil. İktidarın bir bölümü, Kürt meselesinde sınırlı bir yumuşama ve pragmatik bir müzakere zemini arzulasa da, diğer aktörler bu zemini bir tür bölgesel/askeri geri çekilme ya da zafiyet olarak değerlendirme eğiliminde gibi gözüküyor. Üstelik bu kanat için terör tehdidi üzerinden meşrulaştırılan güvenlik aygıtının olağanüstü yetkileri, yargının araçsallaştırılması ve medya üzerinden kurulan söylemsel üstünlük, sadece geçici değil, kalıcı bir düzen tahayyülünün parçası.

Demokratik bir imkân olarak süreç

Tam bu noktada sürecin, iktidarın yeniden güç kazanmasına ve rejimi tahkim etmesine hizmet edebileceği yönünde beklentiler (ya da korkular/uyarılar) dile getirilse de, bunun otomatik ya da kaçınılmaz bir iktidar konsolidasyonuna yol açma potansiyelini sınırlayan üç etmene dikkat çekmek istiyorum.

İlk olarak, Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki en temel engellerden biri, güvenlik eksenli siyaset anlayışının kurumsallaşmış olması. Bu anlayış yalnızca Kürt meselesinde değil, genel olarak muhalefete karşı uygulanan baskı politikalarının da temel dayanağını oluşturuyor. Baskı bir yerde varsa, diğer her yere sirayet ediyor.

2015 yılında seçimlerin yenilenmesinde de Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş tartışmalarında da, 2023 seçimlerinde de Erdoğan-Bahçeli ittifakının tutkalı, "güvenlik" eksenli bu siyasal söylem oldu. “Beka”, “terörle mücadele”, “yerli ve milli” gibi ifadeler bu koalisyonun temel kavramsal çerçevesini oluşturdu. Devletin güvenliği ve terör söylemi, muhalefeti kriminalize etmenin, siyasal alanı daraltmanın ve demokrasi taleplerini bastırmanın ideolojik ve kurumsal aracı hâline geldi. Bu nedenle silahsızlanma (ya da çatışmasızlık), yalnızca PKK ile ilgili bir mesele değil; aynı zamanda Türkiye’deki siyasal rejimin güvenlikçi karakterini çözmeye yönelik bir fırsat.

İkinci faktör Kürt seçmenin tercihleri. Süreç ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kürt seçmenin siyasal pozisyonu görece sabit kalmaya devam ediyor. Kamuoyu araştırmaları, Kürt seçmenin Türkiye’de demokrasiye en fazla inanan ve iktidar bloğuyla en yüksek mesafeyi koruyan seçmen grubu olduğunu gösteriyor. 2015’ten bu yana iktidarla Kürtler arasında açılan mesafe ise kolay kolay kapanacak bir mesafe değil. Üstelik aynı dönemde, CHP Kürt seçmeniyle temas kurmayı öğrendi. Son sekiz yıldır süren bu temas, yalnızca stratejik bir iş birliğine değil, aynı zamanda sınırlı da olsa siyasal ve duygusal bir yakınlığa zemin hazırladı.19 Mart sürecinde de bu tablo değişmiş değil, hatta daha da güçlenmiş durumda. DEM Parti iktidar ile müzakere yürüttüğünde bile tıpkı diğer siyasal partiler gibi, kendi tabanının talepleriyle bağlı. Bu bağlılık, merkezi iktidarla kurulacak her türlü ilişkiyi sınırlı, koşullu ve dikkatle izlenen bir zemine çekiyor.

Süreci bir fırsat olarak görmek

Üçüncü ve daha güncel etken, 19 Mart 2025’te Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından ortaya çıkan toplumsal mobilizasyon. Bu müdahale öncesinde muhalefetin dağınık görünümü ve siyasal inisiyatif eksikliği, sürecin otoriter konsolidasyon lehine evrilmesini daha olası kılıyordu. Ancak İmamoğlu’nun tutuklanması, kamuoyunda geniş bir tepki doğurarak yeni bir siyasal denge oluşumuna zemin hazırladı. Bu gelişme, toplumsal muhalefetin yalnızca temsil gücünü değil, siyasal inisiyatif alma kapasitesini de yeniden inşa etmesine olanak tanıdı.

Tam da bu nedenlerle, içinde bulunduğumuz bu yeni süreç —sınırları ne kadar dar tanımlanmış olursa olsun— Türkiye’nin demokrasi yönüne yeniden dümen kırması için önemli bir momenti temsil ediyor. Ancak bu potansiyelin hayata geçmesi, ne iktidarın niyetine ne de muhalefetin stratejisine bütünüyle bağlı. Belirleyici olan, toplumsal muhalefetin ne kadar genelleşip kurumsallaşabileceği, Kürt siyasetiyle kurulacak ilişkinin ne kadar eşitlikçi olabileceği ve güvenlikçi yapının ne ölçüde aşılabileceği.

Sınırları bugün için dar çizilmiş bu süreç, şayet siyasetin demokratik alanını genişletmeyi başarabilirse, Türkiye'nin yeniden bir toplumsal uzlaşı hayalini tartışmasını mümkün kılabilir.