Siyaset bilimci Stephen Walt geçtiğimiz ay TÜSİAD Küresel Siyaset Forumu için yaptığımız bir söyleşide “olan bitenin neresinden anlatmaya başlayacağını” bilemediğini söylemişti. Gerçekten inanılmaz günlerden geçiyoruz. Mesleği dünyada ne olduğunu anlamak olan uzmanların bile zihnini felce uğratan yoğunlukta gelişmeler yaşanıyor.
Ama bir şeyi kesin biliyoruz: Donald Trump liderliğindeki Amerika, bir yeniden inşa sürecinden geçiyor. Bu yeniden inşanın sonuçlarının ne olacağını bugünden kestirmek kolay değil. Ancak bunun küresel önemi çok büyük. Dünyanın herhangi bir ülkesinde bile gerçekleştiğinde tüm dengeleri sarsabilecek gelişmelerin, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan küresel düzenin ana aktöründe gerçekleşiyor olması çok daha büyük bir anlam taşıyor.
ABD hâlâ dünyanın en büyük askeri gücü; dolar, dünya ticaretinin temel para birimi; ve küresel siyasetin temel kurumlarının işleyişinde kilit bir aktör. Ancak bu aktör bugün mevcut bütün parametreleri alt üst eden bir belirsizlikle ilerliyor. Küresel düzeyde Avrupa güvenliğinden çekiliyor, otoriter liderlerle pazarlıklarını derinleştiriyor, küresel kurumlara olan bağlılığını sorguluyor.
Amerikan sağının dönüşüm çıkmazı
ABD’de bugün yaşanan en sert mücadele, devlet kurumlarının ötesinde sermaye blokları ve ideolojik projeler arasında şekilleniyor. Bir yanda Trump’ın temsil ettiği, fosil enerjiye, ağır sanayiye ve iç pazar milliyetçiliğine dayalı sermaye blokları; diğer yanda Musk’ın temsil ettiği, yeşil teknolojiye, dijital altyapıya ve küresel tedarik zincirlerine bağımlı küreselleşmiş teknoloji sermayesi.
Bu iç mücadeleyi anlamak, sadece Amerikan iç siyasetinin değil, küresel kapitalizmin geleceği açısından da kritik.
Son dönemde gündemden düşmeyen Trump-Musk kavgası da bu krizin kristalize olmuş hâli. Yüzeyde kişisel hakaretler, polemikler ve kurumların araçsallaştırıldığı bir hesaplaşma gibi görünen bu çatışma, aslında derin bir hegemonik dönüşüm sürecinin içsel gerilimlerini yansıtıyor.
Çatışmanın fitilini, Trump’ın Senato’ya sunduğu yasa paketinde elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik teşviklerin sert biçimde kesilmesi ateşledi. Musk, bu kesintilerin yalnızca kendi şirketlerini değil, ABD ekonomisinin teknolojik dönüşümünü de tehdit ettiğini savunarak yasa paketine karşı açıkça pozisyon aldı. Bu hamle, Trump-Musk ittifakında biriken gerilimin açık bir kırılma anına dönüşmesini sağladı.
“Zombi neoliberalizm”
Trumpizm, günümüz Amerikan kapitalizmininin hegemonik yeniden yapılanma sürecinin çelişkili geçiş ideolojisi.
2008 küresel ekonomik krizinden bu yana mevcut düzen ciddi bir çözülme sürecinde. Bu çözülme süreci, toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesi, küresel tedarik zincirlerinin kırılganlaşması, orta sınıfların maddi güvencelerinin aşınması gibi çok boyutlu dinamiklerle şekilleniyor.
Quinn Slobodian’ın ifadesiyle içinde yaşadığımız dönem bir “zombi neoliberalizm” çağı: neoliberalizmin toplumsal meşruiyeti büyük ölçüde erozyona uğramış durumda; buna rağmen onun teknik aygıtları ve yönetişim biçimleri (IMF politikalarından yatırım tahkim mahkemelerine, Dünya Ticaret Örgütü rejimlerine kadar) hâlen küresel kapitalizmin iskeletini oluşturmayı sürdürüyor.
Çelişkili bir geçiş ideolojisi
Bu cansız yapının içinde Trumpçılık (ve benzerleri), popülist ve kültürel-milliyetçi bir söylem geliştirerek bu çözülmüş düzenin geçici dengesini sağlamaya çalışıyor. Nancy Fraser’in tarif ettiği gibi , Trumpçı popülizm halkın taleplerini sınıfsal değil, kültürel ve milliyetçi kodlarla biçimlendiriyor; böylece eşitsizlikleri sistemik sorgulamanın önünü kesip, neoliberal hegemonyanın ölü ama gömülemeyen doğasının yarattığı meşruiyet boşluğunu doldurmaya çalışıyor.
Tam da bu yüzden Trumpizmin ideolojik yapısı baştan çelişkili. Bir yandan popülist bir anti-elit söylemle halk mobilize ediliyor; diğer yandan ise hareketin temel destekçileri, fosil enerji, inşaat ve finans gibi mevcut sermaye düzeninin en yerleşik ve ayrıcalıklı grupları. Bunun yanında milliyetçi bir kapanma savunulurken, aynı anda küreselleşmiş teknoloji sermayesinin desteğine de ihtiyaç duyuluyor.
Bu nedenle Trumpçılık, hem içinden doğduğu düzenle hem de temsil etmeye çalıştığı seçmen koalisyonuyla ve farklı sermaye gruplarıyla sürekli bir gerilim içinde. Bu gerilim zaman zaman çıkarların geçici olarak örtüşmesiyle dengeleniyor, ama her seferinde yeniden açığa çıkıyor ve hareketin sınırlarını da belirliyor.
Trump-Musk ve çıkar ilişkileri
Nitekim Trump ile Musk arasındaki ittifak, ideolojik bir yakınlıktan değil, doğrudan çıkar temelli, pragmatik bir ilişkiden doğdu. Başlangıçta her iki taraf da bu ittifakın sınırlarının farkındaydı; ama içinde bulundukları politik “an”, karşılıklı olarak birbirlerine alan açmayı zorunlu kıldı.
Zira Biden yönetiminin düzenlemeci ve (kısmen) işçi yanlısı politikaları, Musk’ın iş modeliyle çatışıyordu. Gerek sendikalaşma çabalarının teşviki, gerekse dijital platformlar ve yapay zekâ geliştirme süreçlerine yönelik yeni denetleyici girişimler, Musk’ın teknoloji vizyonunun hızını ve kârlılığını tehdit ediyordu. Aynı zamanda yeşil dönüşümü önceleyen ancak bunu daha kamucu bir zeminle inşa etmeye çalışan Demokrat Parti çizgisi, Musk’ın teknoloji sermayesinin “özel girişim öncülüğünde” yürütülmesini savunduğu modelle doğrudan çelişiyordu.
İttifak kime yaradı?
Bu konjonktürde Musk, Amerikan sağının sunduğu daha gevşek düzenleme ve düşük vergi vaadine açık hâle geldi. Trump’ın “küçük devlet”, “bürokrasiyi küçültme” ve deregülasyon söylemi, Musk açısından elverişli bir siyasal zemin sundu. Bu zemin sadece teknolojik girişimleri için değil, aynı zamanda Musk’ın X (eski Twitter) üzerinden şekillendirdiği “ifade özgürlüğü” politikaları için de cazipti; çünkü Trump’ın kamusallığı (ve denetimi) arka plana atan söylemleri Musk’a ciddi bir alan açıyordu.
Öte yandan Trump da bu ittifaktan fayda sağladı. Musk üzerinden kendisini “yeniliğe açık”, “teknoloji düşmanı değil”, hatta kimi zaman “geleceği de kapsayan” bir lider/hareket olarak sunma fırsatı buldu.
Ancak bu karşılıklı fayda ilişkisi yapısal olarak kırılgandı.
Devlet bağımlılığı ve düzenleme karşıtlığı
Trumpizmin küçük devlet ve serbest piyasa söylemi ile Amerikan teknoloji sermayesinin yapısal olarak devlet bağımlılığı arasındaki gerilim, daha en başından bu ittifakın kırılgan doğasının temel göstergesiydi.
Tesla’dan SpaceX’e, Musk’ın iş imparatorluğu doğrudan devlet destekleri, sübvansiyonlar ve kamu ihaleleri sayesinde büyüdü. Elektrikli araç teşvikleri, enerji altyapısı hibeleri, NASA ve Pentagon ihaleleri; tüm bu kaynaklar Musk’ın projelerinin hızla ölçek kazanmasını mümkün kıldı. Bu bağımlılık, Musk’ın “piyasanın doğal gücüyle” büyüyen bir girişimci olarak sunulan imajının ardındaki gerçekti.
Musk ise bu gerilimle pragmatik bir denge kurmaya çalıştı: bir yandan kendisinin faaliyet gösterdiği sektörler için sübvansiyon ve kamu kaynaklarına erişim isterken, diğer yandan küçük devlet, bürokrasi karşıtlığı ve serbest piyasayı savundu. Sübvansiyon talep eden ama deregülasyon isteyen bu yaklaşım, Trumpçılığın ideolojik söylemiyle kaçınılmaz biçimde çatışmaya başladı.
Bu çelişki yalnızca kişisel bir ikiyüzlülük meselesi değildi; çağdaş teknoloji sermayesi, devlet desteğine derinden bağlıydı, ama aynı zamanda bağımsız hareket alanını korumak ve büyütmek istiyordu.
Göçmen politikaları ve işgücü gerilimi
Trump-Musk ittifakındaki en derin ve yapısal çelişkilerden biri de, Amerikan teknoloji sektörünün küresel kalifiye işgücüne olan yapısal bağımlılığı ile Trumpizmin göçmen karşıtı milliyetçiliği arasındaki gerilimde.
Amerikan teknoloji endüstrisi, gerek mühendislik ve yazılım geliştirme, gerekse yapay zekâ ve ileri üretim süreçlerinde küresel yetenek akışına bağımlı. Silikon Vadisi’nin en büyük firmalarının lider kadroları ve Ar-Ge ekipleri büyük ölçüde uluslararası göçmen işgücüyle çalışıyor. Bu bağımlılık, yalnızca doğrudan istihdam alanıyla sınırlı değil; aynı zamanda üniversitelerden teknoloji şirketlerine doğru akan akademik ve araştırma tabanlı bilgi üretimi süreçleriyle de iç içe geçmiş durumda.
Tam bu noktada Trumpizmin göçmen karşıtı milliyetçiliği, bu yapının merkezine doğrudan darbe niteliğimde. Trump’ın ilk döneminde de çalışma vizesi H-1B vize programı üzerinden teknoloji sektörü ile ciddi gerilimler yaşanmıştı. Trump yeni dönemde de H-1B vizelerine sert sınırlamalar getirmeyi, bu vizelerin şirketler tarafından “Amerikan işçisinin yerine kullanıldığını” iddia etmeyi bırakmadı.
Üniversitelere baskı
Bu çatışma yalnızca H-1B vizeleriyle sınırlı kalmadı. Trumpçı hareketin genel olarak (kendi ideolojik tabanından beslenen) üniversiteler ve akademik özgürlük karşıtı söylemi ve uygulamaları da teknoloji sermayesiyle daha derin bir çatışmaya gebe.
Zira Harvard ve Stanford gibi üniversiteler, Amerikan teknoloji ekosistemine yüksek nitelikli göçmen/işgücü sağlayan başlıca kaynaklar; diğer yandan da Trumpçı tabanın gözünde “kültürel elitizmin” ve “liberal küreselciliğin” merkezleri. Trump yönetimi, bu kurumlara yönelik araştırma fonlarını ve federal destekleri kesti, vergilerini arttırdı. Bu politikalar, teknoloji sermayesinin bilgi üretim altyapısını ve uzun vadeli yetenek havuzunu da tehdit eden adımlar.
Kısaca, Amerikan sağının yerlici ve kapalı bir işgücü vizyonuyla, Amerikan teknoloji kapitalizminin küreselci ve açık işgücü modelinin ciddi çelişkiler barındırıyor.
Jeoekonomik gerilim
Trumpizmin ekonomik milliyetçiliği ile Amerikan teknoloji kapitalizminin küresel bağımlılığı, ittifaktaki bir diğer ana çelişkilerden birini oluşturuyor. Ama bu gerilim düz bir küreselcilik-korumacılık karşıtlığı değil; teknoloji sermayesinin ikircikli çıkar yapısına da bağlı.
Amerikan teknoloji sermayesi bir yandan stratejik teknolojilerde koruma talep ediyor. Özellikle yapay zekâ, ileri yarı iletkenler (çip üretimi), hassas askeri teknolojiler ve veri altyapısı gibi alanlarda, Çin’in yükselişinin sınırlandırılmasını ve Amerikan üstünlüğünün korunmasını istiyor. Bu yüzden teknoloji liderleri, Trumpçı tarifelerin bazı unsurlarını ve Çin’e yönelik belirli kısıtlamaları aktif biçimde destekledi.
Ancak aynı zamanda bu şirketler küresel tedarik zincirlerine de derinden bağlı. Tesla’nın elektrikli araçlarının bataryalarındaki temel mineraller, Çin ve Güneydoğu Asya üzerinden sağlanıyor. SpaceX, birçok bileşeni uluslararası tedarikçilerden temin ediyor. X’in altyapısı ve veri merkezleri de küresel teknoloji ağlarının bir parçası.
Dolayısıyla Musk gibileri, bir yandan Çin teknolojisine stratejik kısıtlamalar isterken, öte yandan Çin pazarına serbest erişimi ve tedarik zincirlerinin bozulmadan sürmesini talep ediyorlar. Bu da ikircikli bir pozisyon yaratıyor: koruma istiyorlar ama aynı zamanda küresel akış serbestliğine bağımlılar.
Teknoloji sermayesinin “stratejik koruma ama küresel serbestlik” talebi, Trumpçılığın daha bütüncül korumacılığıyla bağdaşmıyor.
Bölgeler arası çatışma
Trump-Musk çatışmasının bir diğer kritik boyutu, Amerikan ekonomisinin bölgesel kutuplaşması üzerinden okunmalı. Bu çatışma yalnızca iki sermaye grubunun değil, iki farklı bölgesel ekonomi modelinin ve siyasal kültürün karşı karşıya gelişini de temsil ediyor.
Trump’ın siyasal gücünün merkezini oluşturan eyaletler (Texas, Florida, Ohio gibi) hâlen fosil enerjiye, geleneksel ağır sanayiye ve iç pazara odaklı üretime dayalı bir ekonomik yapı sürdürüyor. Bu eyaletlerde, küresel değer zincirleri yerine yerel üretim ve istihdam söylemi ön planda. Trumpçılık bu eyaletlerde hem ekonomik kaygıları hem de kültürel gerilimleri birleştirerek güçlü bir siyasal koalisyon kurmayı başarmış durumda ve onay oranları hala yüksek.
Buna karşılık, Musk ve teknoloji sermayesinin çıkarlarının en güçlü biçimde dayandığı eyaletler (Kaliforniya, Nev York gibi) küreselleşmiş, dijitalleşmiş ve yeşil teknoloji odaklı bir ekonomik modelin merkezleri. Bu eyaletlerde ekonomik büyüme, büyük ölçüde uluslararası ticaret, yüksek teknoloji ihracatı, finansal hizmetler üzerinden şekilleniyor.
Bu bölgelerin işgücü piyasası da farklı bir yapıya sahip. Eğitimli ve yüksek oranda göçmen işgücüne bağımlı olan bu eyaletlerde, açık işgücü politikaları, uluslararası yetenek dolaşımı ve kozmopolit kültürel değerler ekonomik modelin ayrılmaz parçası hâline gelmiş durumda.
Hızlı otoriterleşme ve belirsizlik
Trump karşıtlığının sınıfsal bir temeli olduğu kadar, bu durumun güçlü bir bölgesel (veya toprak bazlı) karşılığı da var.Tam da bu durum ABD’nin federal sistemini son derece kırılgan yapıyor.
V-Dem (Varieties of Democracy) verilerine dayanan çalışmalara göre, ABD bugün bir darbe olmadan gerçekleşen tarihteki en hızlı otoriterleşme sürecini yaşıyor. Bu dönüşümün temelinde, Trumpçı hareketin belirsizliği bilinçli biçimde bir yönetim aracı olarak kullanması yatıyor. Trump için otoriterleşme, devleti yeniden inşa etmenin değil; kriz ve belirsizlik içinde iktidarı sürdürebilmenin yolu.
Artık çıkar dengesi kurma ya da kurumları istikrara kavuşturma gibi bir amaç yok; tam tersine, kaotik bir zemin üzerinden siyasi mobilizasyon sürdürülüyor. Bu strateji, ideolojik tabana sürekli seslenme ve her alanda yeni düşmanlar üretme pratiğine dönüşmüş durumda. Sürekli değişen hedefler, anlık müdahaleler ve kurumların aşındırılması yoluyla belirsizlik daha da derinleştiriliyor.
Küresel dengeler kırılganlaşıyor
Bu sürecin somut örnekleri hızla çoğalıyor: Harvard ve diğer üniversitelere yönelik siyasi baskılar ve mali tehditler; Elon Musk gibi teknoloji elitlerine yöneltilen doğrudan saldırılar; Kaliforniya’daki kitlesel gösterilere karşı Ulusal Muhafız gönderme gibi eyalet yönetimlerini atlayan girişimler; yargının sistemli biçimde hedef alınması; medya ve sivil toplum kuruluşlarının açıkça kriminalize edilmesi.
Kurumların bu ölçüde aşındığı (ve saldırı altında olduğu) bir ortamda, siyasi istikrarın hangi zeminde yeniden kurulabileceği belirsizleşiyor. Dahası, bu belirsizlik yalnızca Amerikan iç siyasetini değil, küresel dengeleri de giderek daha kırılgan hâle getiriyor.
Bugün Amerikan siyasetini anlamaya çalışırken asıl soru artık şu: bu belirsizlik, bir yönetim biçimi olarak ne kadar sürdürülebilir?