Trump’ın ilk 100 günü

29 Nisan 2025 Trump’ın ikinci başkanlık döneminin 100. günüydü. Bu ilk 100 günü düşünürken zihnimde beliren ilk görüntü, İç Güvenlik Bakanı Kristi Noem’in El Salvador’daki CECOT adlı yüksek güvenlikli hapishanenin önünde, zincire vurulmuş mahkûmları arkasına alarak verdiği poz.

Mezbahayı andıran bu cezaevi, on binlerce insanın daracık hücrelere zincirlenerek tutulduğu, insan onurunun sistematik biçimde askıya alındığı bir mekân. Noem’in bu kareyle verdiği mesaj uluslararası insan haklarına, küresel normlara ve İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan liberal düzene açık bir meydan okuma.

Trump’ın seçilmesinin hem Amerikan siyasetini hem de küresel siyaseti yerinden oynatacağını bekliyorduk. Ancak belki de hiçbirimiz Trump’ın iktidara dönüşüyle birlikte yaşanan gelişmelerin bu kadar hızlı, kapsamlı ve gündelik hayatı şekillendirici olacağını öngörmemiştik. Gündelik hayatın her noktası artık siyasetin bir parçası –siyasetin gündelik yaşamdan olabildiğince uzak tutulmasına alışkın ve hatta bunu talep eden Amerikalılar için bu sarsıcı bir değişim.

 

Nereden başlasam bilemiyorum. Bu 100 günde olan biten her şeyi yazmak imkânsız. Bu dönemi Amerika’da geçiren bir “yabancı akademisyen” olarak önce en yakınımdan başlayayım.

Sınırlar ve belgeler

Amerika uzun zamandır dünyanın dört bir yanından öğrencileri kendine çeken bir eğitim merkezi. Her yıl yüz binlerce yabancı öğrenci, yasal statüyle ve büyük ücretler ödeyerek bu ülkeye geliyor. Bu öğrencilerin finansal katkısı, çoğu zaman Amerikalı öğrencilerin burslarını mümkün kılıyor. Dolayısıyla yabancı öğrenciler sadece Amerikan yumuşak gücünün bir göstergesi (ya da parçası) değil, ama aynı zamanda üniversitelerin mali sürdürülebilirliğin de teminatı.

Geçtiğimiz 100 günde inanılmaz bir şey oldu. Görünür hiçbir soruna sahip olmayan vizeli öğrencilerin vize belgeleri okudukları okullara danışılmadan, herhangi bir bilgi ve belge istenmeden iptal edilmeye başlandı. Durum o kadar absürt boyutlara ulaştı ki birçok üniversite, yabancı öğrenciler için “acil durum rehberleri” yayımlamaya başladı. Öğrencilere mümkünse ülkeden çıkmamaları, sosyal medya paylaşımlarına dikkat etmeleri, hatta protesto gösterilerinden uzak durmaları öneriliyordu. Bir trafik cezası, yolda polis tarafından durdurulmak bile bile vize iptaline yol açabiliyordu.

Ama sanırım Amerikan toplumunda bir yabancı olmanın en zor kısmı sınır dışı edilmek değildi. Bir türlü sınır dışı edilememek de çok ciddi bir korku sebebi haline geldi. 25 Mart 2025 tarihinde yazdığı İsrail’i eleştiren bir yazı yüzünden gözaltına alınan doktora öğrencisi Rümeysa Öztürk hala South Louisiana ICE Gözaltı Merkezi'nde.  

Trump yönetiminin ikinci döneminde göçmenlik politikaları artık yasa dışı yollardan gelenleri değil, tamamen yasal statüyle gelenleri de hedef alıyor. MAGA politikası (Amerikayı Yeniden Büyük Yap), Amerikalı olmayan, yeterince Amerikalı görülmeyen her şeyin ve herkesin “sınır dışı” edilmesine dayalı. Bu fikre göre “yabancı öğrenciler üniversitelerdeki kontenjanları, göçmenler Amerikaların işlerini ve değerlerini, yabancı mallar Amerikalıların parasını sömürüyor ve çalıyor”.

Bu yaklaşım, ne piyasa mantığına ne de uzun vadeli stratejik çıkarlara dayanıyor. Beyaz ve erkek Amerikalıların üstünlüğüne dayanan ideolojik bir pozisyon.

Tasfiye ve itibarsızlaştırma

Mesele sadece yabancılar da değil. Trump “derin devlet” dediği ama içini görünür insanların doldurduğu bürokrasiye de savaş açmış durumda. Zira Trump’ın ilk 100 gününde hayata geçirdiği belki de en radikal adımlardan biri, federal bürokrasinin tasfiyesi oldu. İlk 100 gün içinde yaklaşık 280.000 federal çalışan, Elon Musk'ın başına getirildiği Devlet Verimliliği Departmanı (DOGE) tarafından görevden alındı. Bu, federal iş gücünün yaklaşık %12’si demek.

İşten çıkarılanlar, 20’li yaşlarında, genellikle hiçbir kamu deneyimi olmayan bir takım genç beyaz erkeklerin ofislere gelip verimlilik denetimi yaptığını, ardından da bazen emeklilik “teklifi” sunularak, bazen hiçbir açıklama yapılmadan görevden alındıklarını anlatıyor. Kimileri hayatlarını verdikleri kurumların e-posta sistemine erişimlerinin birkaç saat içinde kapatıldığını, binalara kartla girişlerinin engellendiğini, yıllardır görev yaptıkları yerlerden bir tür “yabancı” gibi uzaklaştırıldıklarını söylüyor.

Trump, bu tasfiye sürecini ilk 100 günü değerlendirdiği konuşmasında şu sözlerle savunuyordu, "Seçilmemiş bürokratların bir ömür boyu maaş çeklerinizi çalması, değerlerinize saldırması ve özgürlüklerinizi ayaklar altına almasının ardından, bu bürokratların para trenini durduruyor, iktidar yolculuklarına son veriyor ve binlerce yozlaşmış, beceriksiz ve gereksiz derin devlet bürokratına 'Kovuldunuz' diyoruz!"

Yani çalanlar sadece yabancı öğrenciler, göçmenler de değildi. Yeterince Amerikalı olmayan artık herkes “hırsız”dı.

Kapatma ve lağvetme

Kovulmak işin yalnızca bir boyutuydu; bir de topyekûn lağvetme politikası devreye sokulacaktı.

Federal eğitim politikalarını yürüten Eğitim Bakanlığı tamamen kaldırıldı. ABD’nin uluslararası yayın organı Voice of America kapatıldı; küresel barışçıl çözüm projeleri yürüten US Institute of Peace, polis eşliğinde tahliye edildi. Gelişmekte olan ülkelere yardım sağlayan USAID’in neredeyse tüm dış yardım programları askıya alındı. Tüketici haklarını denetleyen Tüketici Finansal Koruma Bürosu (CFPB) ise neredeyse tamamen işlevsiz hale getirildi. Kredi kartı düzenlemeleri, ipotek denetimleri, öğrenci kredisi şeffaflığı gibi alanlarda tüketiciyi koruyan temel mekanizmalar devre dışı bırakıldı.

Uluslararası işbirliği kurumlarını ise saymıyorum bile.

Çok daha ötesi

Bundan sonrasını sadece sıralamakla yetineyim.

Ekonomi, “önce Amerika” şiarıyla içe kapandı, ithalata yüksek gümrük tarifeleri getirildi, çok taraflı ticaret anlaşmaları yırtılıp atıldı, çevre düzenlemeleri iptal edildi, karbon vergileri kaldırıldı, enerji politikası fosil yakıt üretimine açıldı, EPA (Çevre Koruma Ajansı) bütçesi yarıdan fazla kesildi, trans bireylerin temel hakları federal koruma listesinden çıkarıldı, sağlık ve barınma gibi sosyal hizmet erişimleri sınırlandırıldı, doğumla vatandaşlık ilkesi yargıya taşındı; Merkez Bankası bağımsızlığı sorgulandı, ifade özgürlüğü “ulusal değerler” testine bağlandı, medya fonları kesildi, kamu yayıncılığı sansüre uğradı; kısacası, hukuk devleti ilkesini taşıyan her direk ya yıkıldı ya da eğildi.

Bu yalnızca yeni bir dönem değil, eski düzenin aktif biçimde gömüldüğü bir başlangıçtı. Yalnızca kurumların ortadan kaldırılması değil; kurumsallığın, yani devletin süreklilik, hesap verebilirlik ve kamu yararına dayalı yapısının doğrudan hedef alınmasıydı. Hem içeride hem de dışarıda.

Onay oranları: Kamuoyu ne diyor?

Trump’ın adeta bir "yıldırım harekâtı" gibi ani, yaygın ve eşzamanlı şekilde uygulamaya koyduğu politikalar Trump’ın onay oranını yüzde 41’e kadar gerilemiş durumda. Bu, modern Amerikan tarihinde bir başkanın ilk 100 gününde ulaştığı en düşük oran. Üstelik NPR/Marist anketine göre katılımcıların yüzde 45’i Trump’a ilk 100 gün performansı için “F” notu verirken, yalnızca yüzde 22’si “A” veya “B” verdi. Ekonomi yönetimine destek ise yüzde 36’ya kadar geriledi. Cumhuriyetçiler arasında hâlâ yüksek destek olsa da, Şubat 2025’ten bu yana yüzde 94’ten %75’e düşerek belirgin bir erozyon yaşandı.

Özellikle yüksek gümrük tarifeleri ve resesyon endişesi, hem bağımsız seçmenlerde hem de parti içinde memnuniyetsizliği artırıyor. Siyasal doyumsuzluğu ve durmayı bilmiyor olması da bu tepkiyi güçlendirdi. Örneğin Harvard Trump’ın ilk taleplerini karşılamaya çok hazırdı, ancak eşiği giderek yükseltmesi ve artık imkânsız şeyler istemeye başlaması Harvard’ın belki de çok da istemeden Trump’a karşı başka üniversiteleri de yanına alarak direniş bayrağı açmasına yol açtı.

Amerikan toplumunun önemli bir kesimi bu denli radikal dönüşümleri öfke, endişe ve dirençle karşılıyor olsa da, Trump’ın çekirdek tabanı büyük ölçüde memnun. Onlar için bu adımlar, sadece seçim vaatlerinin yerine getirilmesi değil, yıllardır birikmiş sistemik öfkenin somut ve sert bir dışavurumu. Bu blok, ne yapılanın ölçüsünü ne de etkisini sorguluyor; aksine, tüm bu sarsıntıları, uzun süredir beklenen bir “temizlik operasyonu” olarak benimsiyor. Trump ise büyük oranda artık sadece bu çekirdek grubun arzuları ve gündemi ile hareket ediyor.

Demokratik normlar: Geriye gidişin anatomisi

Türkiye gibi demokratik gerileme deneyimi yaşamış bir ülkeden buraya gelen biri olarak soluduğum havanın tanıdık olduğunu söylemeliyim. Ama Amerika’da yaşadığım şey, hızın baş döndürücülüğü oldu. Türkiye’de yıllar içinde gerçekleşen şeyler burada haftalara sığdı. Veriler, bu hislerin sadece sezgiye dayalı olmadığını da gösteriyor: zira Trump’ın ikinci başkanlık döneminde ABD, bir darbeye başvurulmadan, seçilmiş yöneticiler yoluyla en hızlı otoriterleşen ülke haline gelmiş durumda. Bu da bir başka tarihsel rekor.

Üstelik bu ilk 100 günde Trump yürütmenin sınırlandırılmasına yönelik denetim mekanizmalarını zayıflatarak ilerledi. Hem Kongre hem de yargı, yürütmenin denetleyicileri olmaktan hızla çıkarıldı. Bağımsız denetim kurumlarınınpek çok üst düzey yöneticisi görevden alındı, yerine doğrudan Trump’a bağlı sadık isimler atandı.

Yargı üzerindeki baskılar da arttı. Federal yargıçların Trump yönetiminin politikalarına karşı aldığı kararlar doğrudan yargıçlar hedef gösterilerek eleştirildi.  6 Ocak Kongre baskınına katılan 1500 kişiye af çıkarılması ilerideki benzer şiddet olaylarında yargının cezalandırıcı rol oynamayabileceğine dair dolaylı bir sinyal oldu.

Kısacası Trump, ilk 100 gününde yalnızca kendi gündemini hızla uygulamaya koymakla kalmadı; onu durdurabilecek tüm denge unsurlarına da açık biçimde savaş açtı.

Sonuç: Geri dönüş mümkün mü?

Trump, ikinci döneminin ilk 100 gününde “100 yılın dönüşümünü gerçekleştirdiğini” iddia edecekti ve gerçekten de bu ilk 100 günde yalnızca yönetim tarzını değil, rejimin ruhunu dönüştürmeye soyundu. Devleti bir şirket gibi yeniden yapılandırdı; muhalefeti düşman, kuralları engel, kurumları ise yıkılması gereken kaleler olarak gördü.

Amerika’nın önünde Trumplı daha bir dört yıl var. Dört yıl bir ülkeyi ya tamamen dönüştürmek ya da onu geri dönülmez biçimde değiştirmek için fazlasıyla yeterli bir süre. Trump’ın 100 günde başlattığı rejim mühendisliği bu hızla devam ederse, dört yıl sonra bugünkü Amerika’dan geriye çok az şey kalabilir. Peki, ABD bu süreçten geri dönebilir mi? Yoksa sistemli ve kalıcı biçimde otoriter bir ülkeye mi dönüşüyor?

Bu topyekûn dönüşümün ortasında sokaklar yavaş yavaş hareketlenmeye ve kurumlar direnmeye başladı, ancak cevaplar hâlâ dağınık. Demokratlar belki iki yıl sonra yapılacak ara seçimlerde Temsilciler Meclisi’ni geri alabilir, fakat bu ne yeterli ne de garantili. Senato haritası hâlâ Cumhuriyetçilerin lehine; daha önemlisi, ülkenin dört bir yanında hissedilen bu kırılmaya karşı hâlâ ortak bir ulusal anlatı, kolektif bir liderlik ve uzun vadeli bir strateji mevcut değil.

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, ABD’de de bu düzenin değişmesi yalnızca Trump’a karşı çıkmakla mümkün değil; aynı zamanda Trump sonrası bir Amerika’nın neye benzeyeceğine dair inandırıcı, kapsayıcı ve kurucu bir vizyonun inşa edilmesine bağlı. Ve dört yıl bunu yapmak için çok da uzun bir zaman değil.