İngilizce'de MAD kelimesi "deli" anlamına gelir. Soğuk Savaş döneminden uluslararası literatüre girmiş, Mutually Assured Destruction’ın da kısaltmasıdır. "Karşılıklı kesin yıkım" diye çevirebileceğiniz dehşet dengesine işaret eder.
İsrail’in elindeki nükleer silahlar bizde olmasa da bugün bana karşılıklı kesin imha ya da 'yıkım’ı tarif et deseler, bir Türk-İsrail savaşı derdim.
O nedenle, geçen aralık ayının son haftalarında AK Parti’nin Mardin’de düzenlediği olağan kongresinde bir grubun Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hitaben coşkuyla "Reis bizi Kudüs'e götür" sloganı atmasını irkiltici bulmuştum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, "Men Sabera Zafera (Sabreden zafere ulaşır)" demesi salonda coşkuyla karşılanmıştı.
Şu sıralar İsrail’le Gazze değil, Suriye nedeniyle karşı karşıya geliyoruz.
İsrail kör gözüm parmağına Türkiye’nin yerleşmeyi planladığı iddia edilen üslere dönük hava saldırısı yapmakla kalmadı, Türk kamuoyu da neyin ne olduğunu anlasın gibilerinden, bu saldırıların açıkça Türkiye’ye karşı olduğu mesajını da basın üzerinden alenen verdi.
Açıkçası Filistin meselesinde İsrail’le tüm köprüleri atan iktidar, Filistin meselesiyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde Türkiye’nin hayatî çıkarlarını etkileyen Suriye konusunda İsrail’in bu hasmane tutumuna sert tepki gösterir diye düşünmüştüm. Hatta yabancı basında bile Türkiye ile İsrail sıcak savaşa doğru mu gidiyor, türünden haberler yer almaya başlamıştı. Suriye ile 911 km’lik sınır paylaşıyoruz. Kürt sorunundan, göçmen sorununa kadar Suriye’nin geleceği bire bir Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.
Dışişleri Bakanı bir hafta içinde iki kez biri yabancı diğeri ulusal basın olmak üzere, gayet de isabetli bir tavırla, Türkiye’nin İsrail’le çatışma arayışında olmadığını söyledi.
Bir yanda ver coşkuyu, millet Filistinlileri kurtarmak için Kudüs’e yürümeyi hayal etsin; öte yanda komşumuz Suriye’nin ayağa kalkmaması için elinden geleni ardına koymayan İsrail’in bu tutumu karşısında alttan alan ya da soğukkanlı diyebileceğimiz bir tutum.
Amacım bu soğukkanlı tavrı eleştirmek değil ama çelişkilere dikkat çekmek.
Bu da beni millî mesele nedir, millî çıkar nedir, millî çıkarlarda öncelik sıralaması nedir sorusuna getiriyor. Zira muhalefet lideri Özgür Özel de Samsun’da yaptığı konuşmada Filistin’den millî mesele olarak bahsetti.
Millî mesele nedir, millî çıkarlar nasıl önceliklendirilir?
Ancak AK Parti iktidarının kendi eliyle Türkiye’yi soktuğu içinden çıkılmaz çetrefillikteki sorunların temelinde, ister içe dönük popülist nedenlerle deyin ister ideolojik adanmışlığa bağlı nedenlerle deyin, millî mesele tanımlarının ve millî çıkarların önceliklendirilmesinin ters yüz edilmesi yatıyor.
Filistin davasının millî mesele olması tartışılır. Elbette ki Türk ve Filistin halkları arasında derin bir kardeşlik bağı vardır. Filistin meselesi İsrail’in sunmaya çalıştığı gibi bir din meselesi değildir. Aralarında Hristiyanların da bulunduğu Filistinlilerin yurtlarının işgali kaynaklı bir hukuk ve adalet meselesidir. Her şeyi bir yana bırakıp tamamen çıkarsal baktığımızda, İsrail’in tutumu Türkiye’yi de etkileyen bir istikrarsızlık unsurudur. Tüm bu nedenlerden elbette Türkiye, Filistin meselesine sırtını dönemez. Ama millî mesele demeden de Türkiye, Filistin için imkanlarını da zorlayarak destek çıkabilir.
Ancak içeride de dışarıda da öyle bir beklenti yaratılmış durumda ki, Antalya Diplomasi Forumu’nda Fidan Filistin konusunda neredeyse ulusal ve uluslararası basından tekrar tekrar aynı soruya muhatap olmak zorunda kaldı. Ticareti kestik, büyükelçiyi geri çektik, onu yaptık bunu yaptık diye sıralarken neredeyse “daha ne yapalım” demeye getirdi. Arap olduğunu tahmin ettiğim bir gazetecinin daha tüm yapılanların zulmü durdurmaya yetmediğini ima ederek bir kez daha benzer bir sorusuna ise, “Kardeşim sen git bu soruyu kendi ülkenin liderine, Arap-İslam ülkelerine sor" diyemeyeceği için diplomatik bir cevap verdi; “İslam dünyası İsrail’e baskı yapacağına (ki yapmıyor) ABD’ye baskı yapsınlar” demeye getirdi.
Yoksa turpun büyüğü “hicret” mi?
Filistinlileri insan olarak görmeyen, Gazze’ye emlak değeri yüksek arsa olarak bakan ABD Başkanı Donald Trump’ın İsrail Başbakanı Netenyahu’dan sonra Ortadoğu’da en çok sevdiği liderin Erdoğan olması, AL Partililer açısından kolayına yenilir yutulur bir durum değil.
Trump gibi bir lider Erdoğan gibi bir lideri neden beğenir?
Erdoğan’ın ülkesini demir yumrukla yönetmesi onun için bir artı puan. Baktığında Suriye’de “Esad’ı devirip Suriye’yi alan”, Rusya’yı hem Kafkaslarda hem Suriye’de gerileten bir ülke görüyor.
Peki ama neden fırsat bulsun bulmasın her defasında Erdoğan’a methiyeler düzüyor? Nasıl oluyor da, çıkan haberlere göre, Erdoğan’ın ABD’ye gitmesi ya da Trump’ın bölge turu çerçevesinde Türkiye’ye uğraması gündeme gelebiliyor. Trump’ın Türkiye’den beklentisi nedir?
Türkiye’ye atadığı, Ortadoğu ülkeleriyle dikkat çekici ilişkileri olan büyükelçisinin öncelikli misyonu ne olacak?
Trump’ın Türkiye’den beklentisi
Açıkçası Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşında Türkiye’ye özel bir rol biçtiğini sanmıyorum. Zaten Rusya’yla doğrudan görüşüyor. Türkiye’nin Ukrayna’da barışa vereceği destek çok hayatî olmayabilir, süreci sabote etmesini gerektiren bir durum da yok.
Ortadoğu için ise tam tersi. Ortadoğu’da herhangi bir süreçte Türkiye’nin yapıcı katkısı önem taşıdığı gibi, süreçleri sabote etme niyet ve imkânları açısından potansiyel bir oyun bozucu olması da ülkeyi kritik bir konuma oturtuyor.
Trump’ın övgü dolu tutumuyla, iktidara yakın çizgide duran birkaç kalemin son dönemde Gazzeliler için “hicret”ten bahsetmesi arasında bir bağlantı kurulabilir mi?
Filistinlilerin yaşadıkları zulme dayanamayıp gönüllü de olsa Gazze’den ayrılmalarını kolaylaştırıcı bir süreç Türkiye’nin normalde destek vereceği bir süreç olmaz.
Türkiye, Iraklı Türkmenlerden Batı Trakya Türklerine, kendi akrabalarına bulundukları yerleri terk etmesinler diye vize bile vermekte ayak sürüyen bir tutuma sahip.
Hatta buna Filistinliler ve Gazze’dekiler de dâhil. Yakın geçmişe kadar Gazzeliler vize almakta bile zorlandılar.
Trump’ın Ortadoğu turu kapsamında Türkiye’ye uğrayıp “hicret” konusunda katkı istemesi söz konusu olur mu? “Ağır hastaları alırız” denir mi? Ya da “eğitim amacıyla gençlerden bir bölümünü”? Ankara’nın Gazzelilerin yurtlarından sürülmesi sürecine ses çıkarmaması bile Trump’ın işine gelebilir.
Böylesine utanç verici bir göç ettirme sürecine bırakın katkıyı, eleştirmeme utancını iktidar hangi millî duygular ya da millî çıkarlar kavramıyla açıklar, merak ediyorum.