AB: Ya serbest dolaşım şartlarını sağlarsınız ya vize için sürünürsünüz

Önceki akşam bir grup gazeteci AB Türkiye Büyükelçisi Ossowski, AB Delegasyonu ve AB Genişlemeden Sorumlu Direktörü Jaan Koopman’la bir akşam yemeğinde buluştuk.

İktidar medyasından da isimlerin yer aldığı yemekte, Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinden ya da Halk TV’den kimsenin bulunmamasını doğrusu bir miktar yadırgadım.

Neyse ki, iktidar medyası tarafı da çok iktidar medyası gibi davranmadı, Türkiye’deki muhalif görüşleri dile getirme yükü sadece benim ve Celal Şengör’ün omuzlarına binmedi.

Yemekte benim öncelikle dile getirdiğim görüş ya da ortaya koyduğum sorun, başta gençler olmak üzere Türk vatandaşlarının AB ülkeleri konsoloslukları ile yaşadıkları vize sorunuydu.

Türkiye’nin demografik yapısında göçlerle birlikte yaşanan değişimin AB ülkelerinde yarattığı kaygıyı anlamakla birlikte Avrupa’daki üniversitelerden kabul almış hatta burs kazanmış öğrencilerin bırakın vizeyi, vize randevusu bile alamamasının, işi gücü belli insanlara vize verilmemesinin, daha önce defalarca 3 yıllık, 5 yıllık vize almış kişilere 2 aylık, 3 aylık vizeler verilmesinin kabul edilebilir bir durum olmadığını söyledim. Birkaç yıl önce vizesiz seyahati konuşan tarafların bugün geldiği noktayı sordum.

Aldığım yanıt ilginçti.

“Türk vatandaşları için vizesiz seyahat seçeneği hâlâ masada. Sadece Türk hükümetinin bunun için gerekli anlaşma koşullarını yerine getirmesini bekliyoruz. Eğer bu koşullar yerine getirilirse Türk vatandaşları AB içinde vizesiz seyahat edebilecek duruma gelebilirler. Hem de çok kısa süre içinde.”

“Onun olmayacağını biliyoruz. Bunun beklentisi içinde de değiliz. Ama 10 yıl önceki pozisyona dönmek bile daha iyi. En azından vize alabiliyordu Türkler. Şimdi tam bir ikinci sınıf muamele” dedim.

Verilen yanıt ise biraz utanç vericiydi.

Türkiye’den yapılan vize başvurularına Pakistan, Hindistan ve Afrika ülkelerinden daha yüksek oranda vize verildiği söylendi.

Masadaki tüm Türkler bu yaklaşıma tepki gösterip, “Biz yıllardır AB ile anlaşması olan ve Gümrük Birliği içindeki bir ülkeyiz. Bu nasıl karşılaştırma” dediler.

Bu muhabbetin sonunda anladığım şu oldu.

AB ülkeleri, Türkiye’yi serbest dolaşım için koydukları şartlara uyacak adımları atmaya zorlamak istiyor.

Türkiye’deki iktidar da bunun farkında ve bu yüzden vize konusunu AB ile yaptıkları görüşmelerde belli ki pek gündeme getirmiyorlar.

Ne de olsa iktidar mensuplarının vize sorunu yok.

AB temsilcilerine sorduğum bir diğer sual ise “Türkiye’ye olan aşklarının niye depreştiği” ile ilgiliydi.

“Türkiye’ye yeniden ilgi duymaya başlamanızın nedeni, Trump’ın uygulamaya başladığı politikalar ve Ukrayna’yı yüzüstü bırakmış olması mı?” diye sordum.

Beklemediğim kadar açık bir yanıt aldım.

“Elbette ki, Trump’ın politikalarının ve ABD’de yaşanan değişimin dünyaya olan etkileri Avrupa’nın Türkiye’ye yeniden ilgi duymasında etkiliydi. Ukrayna meselesi ise AB açısından hayati idi. Ukrayna’nın sonuna kadar arkasında duracağız. Ukrayna AB açısından son savunma hattı. Ukrayna düşürse AB düşer” anlamına gelecek bir tavır yanıt aldık.

Buna samimi olarak inanıp inanmadıklarını sormak zorunda kaldık.

İnanıyorlardı.

Ukrayna’dan sonra Rusya’nın hedefinin AB ülkeleri olduğuna kendilerini ikna etmişlerdi.

Türkiye ile ilişkileri güçlendirmeye karar vermişlerdi.

Türkiye’nin önüne üç paket koyacaklardı.

Küçük paket, Tunus ve Mısır’a koydukları gibi sadece ekonomik ilişkileri içeren ve hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi konuları içermeyen bir paket olacaktı.

İkinci paket, Gümrük Birliği’nin geliştirilmesi, yatırımların desteklenmesi ve fonların aktarılması gibi meseleleri içeren daha çok parasal fırsatlar sunan bir paketti.

Üçüncüsü ise tam üyeliğe giden yolu tekrar açacak olan ve demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi meseleleri de içeren büyük paket.

Büyük paket konusunda 20 yıl öncesine oranla daha geride olduğumuzu kabul ediyorlardı ama AB’nin de bu konudaki kriterlerinde Macaristan gibi ülkelerden kaynaklanan bir gerileme olduğu da aşikardı.

“Hangi paketi açacağına Türkiye karar verecek. Biz dikte edemeyiz.” diyorlardı.

Ekrem İmamoğlu ve seçilmişlere yönelik siyasi baskı ile ilgili AB’nin sessizliğinin nedenini sorduk. Hal böyle iken nasıl oluyor da tam üyelik falan diyebiliyordu AB.

Manasız yanıtlar verildi.

“Bu Türkiye’nin iç meselesi idi. AB’nin buna müdahil olma durumu söz konusu olamazdı.”

Bu da yukarıda bahsettiğim paket meselesinin içindeydi.

“Türkiye’nin mültecileri tutması ve Ukrayna’da AB ile birlikte hareket etmesi uğruna ilkelerinizi sattınız” şeklinde bir yaklaşım sergiledi gazeteciler.

Durum net olarak buydu. Süslü ve süssüz cümleler bu gerçeği örtemiyordu.

Türkiye’nin ABD ile yüzde 10’luk vergi diliminde olmasının Türkiye ile ekonomik işbirliğini arttırma yolunda bir etken olup olmadığı da soruldu.

“Önemli ama o kadar da önemli değil” yanıtı bence doğru idi.

Bu birkaç saatlik sohbetten anladığım şudur.

AB Türkiye ile yeni bir sayfa açmak istiyor.

Bu sayfanın Türkiye’ye gerçekten yararlı olabilmesi için AKP iktidarının tavır değişikliği yapması lazım. Ancak AKP bunu yapmayacak ve sadece dar kapsamlı ve kısa vadeli bir ekonomik destek için AB’yi kullanacak.

Türkiye tam üye olmak istemedikçe Türkiye’deki siyasi ortam AB’nin hiç umurunda değil. “Sürünmek istiyorsanız bu yolda devam edin. Bizi ilgilendirmez. Biz ilişkimizi sürdürürüz ama sizi Avrupalı saymayız” havasındalar.

Vize sorunu çözülmeyecek. Çünkü AB ya serbest dolaşım için şartları yerine getirirsiniz ya da vatandaşlarınız vize kuyruklarında sürünür demeye getiriyor.

AB, Türkiye ekonomisinde yakın vadede bir düzelme beklemiyor. CDS’lerin (kredi risk primi) giderek daha artacağını, kredilerin daha da pahalanacağını öngörüyorlar.

Siyasi parti programını savcılar belirleyemez

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın iddianamesi sonunda mahkemeye sunuldu.

Bu iddianameye bakılırsa, istenilen ceza açısından Özdağ ilk celsede serbest kalacak gibi görünüyor.

Bu ceza, tutuklu yargılamanın tam sınırında.

Biraz adalet duygusuna sahip bir hakim tahliye karara verecektir.

Ancak iddianamenin son derece tehlikeli bir yönü var.

Burada aslında Ümit Özdağ değil, bir partinin programı yargılanıyor.

Çünkü suçlamaların büyük bölümü parti programındaki “göçmen karşıtlığı” üzerine kurulu.

Bu, siyaset açısından son derece tehlikeli.

Muhalefetin söylemlerine iktidar kontrolündeki bir yargı yolu ile müdahale ve yasaklama anlamına geliyor.

İktidar politikalarının dışındaki bir politikayı ya da iktidarın izin vermediği bir politik duruşu yargı yoluyla engelleme çabası olarak ortaya çıkıyor.

Zafer Partisi, başından beri Türkiye’nin göçmen politikasını eleştiriyor ve bunun Türkiye açısından bir beka ya da gelecek sorunu yarattığını söylüyor.

Bu Zafer Partisi diliyle söylenmese bile toplumun geniş kesimi tarafından da kabul gören bir görüş.

Şimdi bu söylem suç haline getirilip, bir partinin sesi kısılmak isteniyor.

Elbette partiler Anayasa’ya aykırı söylemlerin odağı olamazlar, olmamalılar.

Ama bununla ilgili olarak kararı verecek olan bir Asliye Ceza Mahkemesi hatta bir Ağır Ceza Mahkemesi bile olamaz.

Eğer bir partinin program ve söylemleri Anayasal bir suç teşkil ediyorsa bunun yolu bellidir.

Yargıtay Başsavcılığı bir iddianame düzenler.

Anayasa Mahkemesi’nde dava açılır.

Kararı Yüce Mahkeme verir.

Bir il savcılığı aracılığı ile siyasete şekil, parti programlarına hiza verilemez.

Ümit Özdağ davasında yargılanan Ümit Özdağ değil, Zafer Partisi’dir.

Siyasi partilerin nasıl yargılanacağı ise hâlâ var olduğunu kabul ediyorsanız Anayasa’da gösterilmiştir.

Trump çevreci olabilir mi!

Trump’ın gümrük vergilerini arttırma hamlesi, hiç belli olmaz belki de dünya için olumlu sonuçlar getirebilir.

Herkesin hemfikir olduğu bir şey var.

Bu yapılanların doğal sonucu olarak Amerika Birleşik Devletleri pek de kısa sürmeyecek bir resesyona girecek.

Yani ekonomisi daralacak, tüketimi düşecek.

Bunun doğal sonucu olarak ABD’ye mal üreten Uzakdoğu’da da üretim düşecek.

Üretim düşünce hem hammadde hem de enerji üretimi ister istemez gerileyecek.

Bunun doğal sonucu olarak bu üretimin çevreye verdiği zarar da azalacak.

Çin dünyaya daha az sera gazı ve karbon salacak.

ABD’nin 60 yıldır dünyaya yaymaya çalıştığı tüketime dayalı hayat tarzı gerilerken, kaynak optimizasyonu önem kazanacak.

Tüketim çılgınlığı ister istemez sona erecek.

ABD’nin kendi üretim imkanlarını canlandırma çabaları kısa sürede sonuç verecek gibi değil.

Teknoloji alanındaki tüm yatırımları yurt dışında.

Yüksek teknolojiye çip üretmesi kısa vadede mümkün görünmüyor. Emek yoğun işlerde ise elinde iş gücü olmadığını yakında anlayacak. Göçmen politikası bunu anlamasını kolay ve hızlı hale getirecek.

Yani anlayacağınız çevrecilik konusunda pek de iyi bir sicile ve bilince sahip olmayan Trump, ister istemez en çevreci politikayı üretiyor olabilir.

Göreceğiz.

Hadsiz kifayetsiz

Bir dönem CHP kontenjanından RTÜK üyeliği de yapan sözde gazeteci Şaban Sevinç, Özgür Özel’in cumhurbaşkanlığı adaylığını gazlamaya çalıştı. Ben de bu yaklaşımına tepki verince bana “yavşak” demiş.

Seviyeye bak, kaliteye bak.

Böyle bir herif RTÜK’e üye yapıldı bir dönem.

CHP’lisi böyle olunca AKP’lisi ne olur ki!

Neyse ki, Deniz Baykal’dan sonra böyle bir şeye kimse tevessül etmedi de şimdilerde ekranlarda iktidar savunucularının “şamar oğlanı” olarak arzı endam eyliyor.

Kendisini elbette dava edeceğim.

Ama kim olduğunu anlamak istiyorsanız bir dönem yan yana çalıştığı bir gazetecinin dün bana yolladığı satırları sizinle paylaşayım:

“Şaban bir ara Baykalcılıkla RTÜK üyeliği kapmıştı. Şimdiki derdi ise Özgürcülükle vekillik kapabilmek. KK’ye yalakalık yaptı ama vekil yapılmayınca düşman olmuştu. Bu, Ankara’daki bir gazeteci prototipidir. Kafaları bu şekilde işler:):) Ciddiye alınacak biri değildir.”

Doğrudur.

Ciddiye alınacak ne kişiliği ne de kariyeri vardır.

Ama ciddiye alınacak olmamak haddini bilmemeyi de gerektirmez.

NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Gazetecinin kötüsü siyasetçi yapılmadığı zaman.