Bir gün önce Muğla’da, aylardır zeytinliklerin, ormanların, çamların yok edilmesi ile anılan Limak – İC ortaklığının termik santraline yeni kömür sahaları açmak için Cumhurbaşkanı imzalı bir “acele kamulaştırma kararı” imzalanıp açıklandı.
Akbelen’deki 1. sınıf tarım arazileri, altındaki düşük kalorili beş para etmez kömürü çıkarıp, termik santralde yakmak için kamulaştırılacaktı.
Acilen kamulaştırma genellikle savaş ve ulusal güvenlik durumlarında uygulanmak üzere yasaya koyulmuş bir uygulama olmakla beraber, özellikle AKP döneminde “ülke çıkarları için” denilerek kapsamı genişletilmiş bir yöntem.
Devlet taşınmaza el koyuyor.
İşlemler sonra yapılıyor.
Akbelen’de de Limak-İC’nin ekonomik ömrünü tamamlamış bir santralinin ömrünü uzatmak ülke çıkarına görülmüş olmalı ki, koskoca Cumhurbaşkanlığı böyle bir karar alıp yayınlamış.
Ancak 1 gün sonra inanılmaz bir şey oldu.
AKP’nin Muğla Büyükşehir Belediye Başkan adayı Aydın Ayaydın Cumhurbaşkanı ile görüştüğünü, bu acele kamulaştırma kararının doğru olmadığını, bir Muğlalı olarak içini acıttığını söyledi ve kararın geri alınmasını istediğini sosyal medya hesabından duyurdu.
Sonra ne oldu!
Türkiye’de bir ilk gerçekleşti ve 24 saat önce yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararı, 24 saat sonra yayınlanan başka bir Cumhurbaşkanlığı kararı ile iptal edildi.
11 Mart günü yayınlanan karar, 12 Mart günü geçerli kaldıktan sonra 13 Mart günü aynı imza ile yayınlanan bir karar ile ortadan kaldırıldı.
Açık söyleyeyim, bu karar gerçekten Aydın Ayaydın’ın arzusu, isteği ve talebi üzerine alınmış ise Aydın Ayaydın’a teşekkür ederim.
Ancak bir yandan da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nasıl bir başıboşluk içinde olduğunu da gösteren bir karar değil mi!
Aydın Ayaydın aramasa, “Sayın Cumhurbaşkanım, bu alınan karar doğru değil. Muğlalı olarak bunu içime sindiremiyorum. Tarım arazilerini yok ediyoruz. Bir termik santral için değmez.” demese gitti canım tarım arazileri.
Aydın Ayaydın olmasa, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresindeki bir tek ferdi vahit, bir tek kişi, bir tek vicdanlı kişi “Sayın Başkan bu doğru bir karar değil” dememiş.
Tarım Bakanlığı, Çevre Bakanlığı, Enerji Bakanlığı’ndan bir tek kişi bile, onca danışmandan bir teki bile, “Bu karar doğru değil” dememiş, diyememiş, engelleyememiş.
Ve Cumhurbaşkanı kendisine doğru olarak sunulan ve kimsenin itiraz etmediği bir kararını Muğla Büyükşehir Belediye Başkan adayı “Bu doğru değil” der demez hemen iptal etmiş.
Hem de yayınladıktan bir gün sonra.
Hem de yanlış yaptığını kabul edip dönmek pahasına.
Tam tersini yaparak.
Bu durum birkaç şeyi işaret ediyor.
Bir, cumhurbaşkanlığında hiç kimse Cumhurbaşkanı’na gerçek bilgi verip, olası yanlışları söyleyecek cesarete sahip değil.
İki, Aydın Ayaydın Cumhurbaşkanı’na bir gün içinde söylediğinin tam tersini yaptıracak kadar güçlü, Cumhurbaşkanınca güvenilir ve korkusuz bir isim.
Üç, Cumhurbaşkanı kendisine doğru gösterilince doğruyu yapmaktan çekinmiyor ama doğrular kendisinden saklanıyor.
Dört, demek ki, tarım arazilerinin acele kamulaştırması acele kamulaştırma yapılmasını gerektirecek kadar ulusal güvenlik meselesi falan da değilmiş.
Çünkü ulusal güvenlik ve ekonomik güvenlik meselesi olan bir şey, bir kişinin telefonu ile iptal edilmezdi herhalde.
Olay böyle oldu ise, Aydın Ayaydın Hoca’ya teşekkür ederiz, tarım arazilerini kurtardığı için, en azından şimdilik. Ve keşke Muğla Belediye Başkan adayı değil, Cumhurbaşkanı danışmanı olsa da pek çok yanlış daha yapılmadan engellense:))
Tabii yine de üzülmüyor değilim.
Cumhurbaşkanı üzerinde bu kadar etkili olabilen Aydın Ayaydın keşke Akbelen’de ağaçlar kesilir, orman katledilirken de bir Muğlalı olarak Cumhurbaşkanı’nı arasaydı.
Belki birkaç bin ağacı da kurtarırdık.
Randevuya gelmeyen mi bekleyemeyen mi!
Biliyoruz ki, sağlık sistemi çökmek üzere, durum eskisinden de beter hale doğru ilerliyor.
Eskiden hastane kapılarındaki kuyruklar şimdi randevu kuyruğuna dönüştü, radyolojik tetkikler için aylar bekleyen sıralar var, acil ameliyatlar için bile aylar sonrasına gün veriliyor.
Bulunmayan ilaçlar, ödeme listesine alınmayan ilaçlar, hekime yönelik şiddet ve ülkeyi terk eden doktorlar da işin ayrı bir yönü.
Ve tipik bir AKP yaklaşımı olarak Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, sağlık sistemindeki sorunların suçlusu olarak vatandaşı ilan etti ve “23 milyon vatandaş sağlık sistemi üzerinden randevu almasına rağmen randevusunu gelmedi” dedi.
Yani demek istiyor ki, aslında sorun yok, randevusunu gelmeyenler yüzünden randevu alınamıyor.
Türkçemizde güzel bir tabir vardır, “Yersen”
Bakan Koca yalan söylüyor demiyorum.
Doğruyu çarpıtıyor diyorum.
23 milyon hastanın randevu aldığı hekime gelmediği doğrudur.
Ama hekime gelmemiş olması, hastaneye gelmemiş olduğu anlamına gelmez.
Bu konuyu daha önce ele aldığım için biliyorum.
Hastalar randevularına geliyorlar.
Ancak hekimle görüşemiyorlar.
Çünkü AKP tarafından icat edilen “performansa dayalı” sağlık sistemi nedeniyle randevu aralıkları çok kısa.
Bir hekime mümkün olduğunca çok hasta kabul ettirilmek isteniyor.
Bunun iki sonucu oluyor; beklediği ilgiyi göremeyen hastanın hekime karşı şiddetinde artış ya da doğru düzgün hekimlik yapmak isteyen ve hastasına zaman ayıran doktorun kısa randevu aralıklarına uyamaması.
Hastalar randevularına geliyorlar.
Ancak çok uzun süre bekleyince, hekime gitmeden hastaneden ayrılmak zorunda kalıyorlar.
Çünkü herkes Bakan değil, herkes AKP’den torpilli değil.
Hastaneye gelmek için işyerinden belirli bir süreliğine izin alıyorlar.
Bu süre içinde muayene olamayacağını gören hasta randevu saati gelmeden ayrılıyor, çünkü bekleyemiyor.
O 23 milyon hastanın büyük bölümü böyle hastalar değilse, ben hiçbir şey bilmiyorum.
Sayın Bakan’ın da bunun böyle olduğunu bildiğinden kuşkum yok gibi.
Tek gündem var
Dün sabah erken saatlerde İstanbul’un 90 yıllık, bilindik bir muhallebicisine gittim.
1 kilo kol böreği, 2 simit, 3 ayran aldım.
Kaç lira ödemem gerektiğini sordum.
650 TL yanıtını aldım.
“Ne?” dedim.
650 diye tekrarlandı.
Paketi hazırlayan çocuklara ayıp olmayacağını bilsem almadan çıkacaktım.
“Bu ne ya!” dedim istemeden. “Kaç lira oldu börek?” diye sordum.
Kilosu 450 TL.
Gösterdiğim tepkiye kasadaki genç kız “Haklısın Fatih Bey” yanıtını verdi.
“Son aldığımda 50 TL falandı” dedim.
“Doğrudur. Pandemiden hemen öncedir” dedi.
Pandemi öncesi sanki milattan önce gibi.
Oysa 3 yıl geçti üzerinden.
35 TL imiş 2019’da.
Şimdi 450.
2019’da 12 lira olan keşkül şimdi 130 TL olunca böreğin de 450 TL olması normal.
Sonra çalışanlarla biraz sohbet ettik.
Hepsi fiyatlardan, hayat pahalılığından yakınıyordu.
İçlerinden biri “Fatih Bey, sabah iki çocuğumu okula yolluyorum. Beslenme çantalarına iki sandviç, iki ayran koyuyorum. 200 TL. Kantinde daha da pahalı. Sadece beslenme çantası ayda 4 bin TL. Maaşımız belli. Gerçekten halk çok kötü durumda” dedi.
Kızgın, umutsuz, keyifsizdi hepsi.
Kimle konuşsak, kime iki çift laf etsek, markette, lokantada, her yerde aynı sohbet.
Halkın başka gündemi yok.
Siyasetçilerin haberi olsun.
Anketçilerin de!
NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
Sözde dindarlar “Allah’ın” dedikleri mülke sahip olmak için her şeyi mübah görmediği zaman.