Demokrasiden uzaklaşırken diplomatik fırsat da tepiliyor

Trump’ın ikinci yani şimdiki kabinesinde Dışişleri Bakanı, başkanlık ihtirasına da sahip güçlü bir isim olan ve Küba kökenli bir aileye mensup Marco Rubio. Ancak, bu yeni dönem Trump ekibinde pek çok güçlü özel temsilci de var.

Bunlardan biri belki en önde geleni de Steve Witkoff. Witkoff, Trump’ın New York’taki gayrimenkul yatırımcılığı döneminden bu yana dostu. Trump gibi ben merkezli bir karakterin yakın dostu, akıl hocası yahut “ağabeyi” bir figürün varlığı çok gerçekçi görülemeyecekse de, Witkoff’un bu konuma en yakın kişi olduğu ileri sürülebilir.

Özel temsilciler arasında Witkoff, hem Hamas’la yürütülen dolaylı hem İsrail’le yürütülen doğrudan müzakerelerde Beyaz Ev’in önde gelen temas noktası. Ukrayna’da ateşkes de ona havale edilmiş durumda. Bu bakımdan, Rubio’dan rol çalan özel temsilcilerden de eşitler arasında birinci konumda olanı.

 

Geçtiğimiz günlerde Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği bir buçuk saatlik mülakatta Türkiye konusu 50. dakika sularında açılıyor. Bu bölümde de ancak Mısır ve Ürdün’le aynı bağlamda ve olası bir kaygı nedeni babındaki soru Türkiye’yi içeriyor. Sanırım bu tür hassasiyetler artık kalmadı ama esasen bu durum bile ülkemizin uluslararası profilinin ve itibarının nerelere gerilediğini de gösteriyor.

Witkoff yanıtında Trump’ın Erdoğan’la telefon görüşmesinden olağanüstü olumlu (“transformational; good, positive news”) sonuçlar çıktığını belirtiyor.

Akıl yürütürsek, Witkoff’un memnuniyetinin, Trump’ın Erdoğan’dan İsrail’le ilişkileri tamir etmek yani Hamasçılıktan geri durmak ve Suriye’de Fırat’ın doğusuna yeni bir askeri harekât yapmamak güvencesi almasından kaynaklandığını varsayabiliriz.

İBB başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’na yapılan 19 Mart darbesinin Trump’la telefon görüşmesinin hemen ardından yapılması dikkat çekiyor. Dış politika ve ulusal güvenlik konularında tesadüflere pek ender rastlanır.

Zaten, Trump, sözcüleri aracılığıyla, bu dönemde ABD’nin alışveriş içinde olduğu devletlerin iç işleri ve iç hukuksal çerçeveleriyle ilgilenmeyeceğini açıkça duyurmuş durumda. Dış politikaya tümüyle “perakende alışveriş” temelli (“transactional”) yaklaşan Trump için bu tutum şaşırtıcı da değil. Aksine bir anlamda malumun ilanı.

Doğru değerlendirilebildiği takdirde Ukrayna ve Suriye’deki gelişmelerin Ankara önünde yeni bir diplomatik manevra alanı açabileceğini yine bu sütundan belirtmiştim. Trump’ın Avrupa’ya ve Ukrayna’ya sırtını dönmesinin de yeni ortak güvenlik mimarisi üzerinden orta vadede de olsa ve Kiev’le koşut biçimde Ankara’ya Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolunda atılım yapma fırsatı doğurabileceğini ileri sürmüştüm.

Ardından, Erdoğan’ın 19 Mart darbesi, hukukun üstünlüğü, anayasal düzen, demokrasi ve özgürlük umutlarını yine kararttı. Ekonomide olduğu gibi, mevcut istibdat idaresi değişmedikçe, dış politika ve ulusal güvenlik alanlarında, olumlu bir yana, akılcı herhangi bir adımın atılamayacağı belli.

ABD’nin Ukrayna’ya sırtını dönmesi ve Suriye’de Esad rejiminin Ankara’ya müzahir ve Ankara’dan dolaylı/doğrudan destekli HTŞ tarafından devrilmesi ve hatta yine ABD’nin Gazze konusunda aşırı Netanyahu yanlısı tutumu AB ile ilişkilerde bir diplomatik kaldıraç yaratabilecekti. Onun yerine, Witkoff’un, Trump ile Erdoğan görüşmesi hakkındaki had safhada sitayişkâr ifadeleri, tam bu kritik dönemeçte, Ankara’nın Vaşington’un dümen suyuna girdiği izlenimini veriyor.

Gerçekler açıklanmadığı cihetle, bu görüşmenin içeriği hakkında bilgimiz yok. Ancak, diplomaside tesadüflere fazla yer olmadığı gibi yaratılan algı ve izlenimler de önemli. Yukarıda değindiğim üzere Trump’la görüşme, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığını hukuk dışına çıkarak engelleme darbesiyle örtüştü. Erdoğan’ın diplomasi ufkunun Soğuk Savaş dönemini andıran biçimde bir “ileri karakol” konumu elde etmekle ve bu konumu bir ayrıcalık varsaymakla sınırlı olduğu görülüyor.  

Bu bağlamda, AB’ye yönelik olarak sığınmacıları para karşılığı tutmak, Avrupa savunma mimarisine katkı sunarken AB’nin ekonomi lokomotifi ülkelerin (ve İngiltere’nin) askeri sanayilerinin “referans müşterisi” olmak, o arada AB üyeliğinin demokrasi ve gümrük birliği güncellemesinin ekonomi gereklerini yerine getirmekten kaçınmak ve son olarak esasen AB’ye tam üyelik feragat etmek sütunlarına dayanan bir “Şark kurnazlığı” stratejisi benimseniyor.

ABD ile ilişkilerde ise, Trump’ın Putin’den yana yalpalamasından içten içe hoşnut; ABD, Rusya, Ukrayna tarafları arasında yürütülen ikili müzakerelere ev sahipliği etmeye çabalamak ve barış dilemek dışında masaya somut güvenlik güvencesi boyutu içeren bir yol haritası getiremeyen; Trump yönetiminin AB’yi hasım belleyen ve istiskal eden tutumunu beğenen; tek önceliği Fırat’ın doğusuna veren dar bakış açılı bir yaklaşım izleniyor.

Oysa, bugün sokakları, alanları dolduran gençlerin anlattığı ama saray rejiminin anlayamadığı üzere günümüz dünyasında hukuktan ve temel insan haklarından uzaklaşarak, eğitimde orta çağ zihniyetini yerleşik kılmaya çalışarak, en parlak beyinlerimizi baskıcı politikalarla yurtdışına kaçırarak, aynı zamanda savunma sanayii gibi alanlarda stratejik atılım yapmak olası değil.

Dolayısıyla, ABD’nin aksine AB’nin yarım yamalak da olsa demokrasimize ilişkin dile getirdiği kaygıları, içişlerine müdahale değil bir başlangıç noktası olarak değerlendirilmeli.      

Yinelemek gerekirse, ulusal güvenlik ve dış politikada stratejik özerklik hedefine ancak ittifaklar içinde güçlü olduğumuz kadar yaklaşabiliriz. Oysa, hem zamanın hem toplumun ruhunun yanlış okunduğu görülüyor. İktidar içeride toplumdan kendini yalıtırken, dışarıda ve özellikle müttefikler nezdinde ve şu son derecede kritik dönemde de Türkiye’yi hepten yalnızlaştırıyor.

Bugün Saraçhane’ye akın edenler ve Türkiye’nin her yerinde sokağa çıkan geniş kitleler yanlış hesabın kamu vicdanından ve sağduyudan sert biçimde geri döndüğünü ortaya koyuyor. Öncelikleri haliyle bu olmasa da, bizatihi bu kitlelerin ortaya koyduğu demokrasi ve gelecek duyarlılığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yerinin (şu Witkoff mülakatinde sorulduğu gibi) “Ortadoğu” değil “Avrupa” yani “çağdaş uygarlık düzeyi” olduğunu yeniden hatırlatıyor.