Sahici siyaset için cesaret var mı?

Devlet Bahçeli 2024’ün Ekim ayında DEM Partililerin elini sıkarken hiç kimse 3 hafta sonra MHP liderinin yapacağı Öcalan çağrısını tahmin etmiyordu. Bahçeli’nin o çağrı sırasında Aralık’ta Şam’da gerçekleşecek tarihi rejim değişikliğini öngörmesi de muhtemel değildi.

Kaldı ki ne HTŞ’nin kendisi ne başta Ankara olmak üzere Suriye’de muhalifleri destekleyenler İdlib’den Halep’e taarruz başladığında işin Şam’da üstelik bu kadar hızlı nihayetleneceğini bilmiyordu. Suriye’de büyük kırılma yaşanırken, her ne kadar ABD’nin yeni başkanı seçilmiş ve dünya kendisini bir bilinmeze hazırlamaya çalışıyor olsa da kimse böylesi sistemsel bir şoku tahmin etmiyordu.

Ama hepsi oldu. Şimdi Öcalan’ın çağrısı, YPG/SDG ile Şam hükümetinin anlaşması, PKK’nın –en azından şimdilik- Öcalan’ın talimatına uyacağını açıklaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dört aydır herkesi arafa hapseden tutumunu bir ölçüde değiştirmiş olması, Selahattin Demirtaş’ın “Türkiye Cumhuriyeti devleti hepimizin devletidir, nokta.” diyen makalesi, düne kadar Türk Dışişleri Bakanını gayri resmi toplantılarına davet edemeyecek kadar küçük hesapların içine gömülmüş Avrupa’nın Türkiye ile her seviyede görüşme gayreti hepsi neredeyse birlikte aynı anda, aynı zaman diliminde gerçekleşiyor.

Özellikle mesele Suriye ve SDG/YPG olduğunda sert ve güvenlik odaklı bir dil kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki taraf arasında varılan anlaşmayı 11 Mart’ta yaptığı açıklamayla sahiplenmesi ve desteklemesi kadar kullandığı dil de önemliydi. “Birbirimizin elini tutmaktan, birbirimize sıkıca kenetlenmekten, birbirimizin hassasiyetlerine saygı göstermekten başka kurtuluş yolunun olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız.” ifadeleri Ankara kabullenmediği takdirde üzerinden soru işaretleri eksik olmayacak anlaşmanın geleceği için olumlu bir zemin teşkil etti.

Erdoğan’ın tüm milletvekillerine PKK’nın silah bırakması süreci bağlamında yaptığı çağrı da Cumhurbaşkanının sürece parlamentoyu katma niyetini gösterdi. Özellikle İmralı heyeti ile görüşeceğini belirtmesi Erdoğan’ın ilk kez sürece bu kadar angaje olduğunun işareti olarak okunabilir.

Edirne cezaevinde siyasi bir tutukluluk süreci geçiren Selahattin Demirtaş’ın makalesindeki “Yeni Türk – Kürt ittifakı … gelişecek ve bu yeni durum Suriye, Irak ve İran Kürtlerini de olumlu etkileyecek. Artık hiçbir Kürt, bulunduğu devletin de Türkiye’nin de karşıtı, düşmanı, tehdidi olmayacak. Türkiye gibi büyük ve güçlü bir devlet de esasında bütün Kürtlerin devleti olacak.” Satırları PKK’nın silah bırakmasının sadece ülke içinde değil bölge jeopolitiğinde yeni bir tanımlamayı mecbur bıraktığını gösteriyor.

Demirtaş’ın yazdıklarına her kesimden eleştiriler getirilebilir. Dün ne yaşandığını Kürtler ve Türkler aynı şekilde anlıyor ve tanımlıyor olsa idi bu kadar acı zaten yaşanmazdı. Bugünün ve yarının nasıl ortak bir çerçevede tanımlanacağı ise siyasetin görevi. Bunun için de tüm tarafların sahici bir siyasete cesaret etmesi gerekiyor.

Siyaset derken jenerik mesajların ötesine geçecek ve toplumdaki bir kısmı haklı temellere dayanan bir kısmı üretilmiş korkulara esir olmadan vizyoner bir duruş ortaya koyabilmek gerekiyor. AK Parti’nin geçmişinde bunu yapabileceğine dair örnekler var. Sorun iktidarın siyaset kaslarını uzun süredir kullanmaktan bilinçli olarak vaz geçmiş olması.

Sürecin önündeki en büyük risk PKK’nın Türkiye’de ya da Suriye’de süreci zamana yayması ki bu PKK’nın daha önce de tercih ettiği bir strateji. Kürtlerin PKK yükünden kurtulmak için önlerine çıkan bu fırsatın heba olmaması için ısrarcı olması, iktidarın ise PKK’nın silah bırakmamasını isteyenlerin direncini aşabilmesi ve çıkabilecek engelleri yönetmesi gerekiyor.

Nesilleri aşan etkileri olabilecek bir dönüşüm sürecinin şu an büyük eksiği ise toplumun çok ciddi bir kesiminin ekonomik sorunlar ve muhalif kesim üzerindeki ağır baskılar nedeniyle kendisini dışarda tutuyor olması. İktidarın böylesi hayati bir dönüm noktasına Türkiye’nin derin bir ekonomik kriz ve bunaltıcı bir demokrasi açığı ile yakalanmış olmasındaki rolü de ülkenin talihsizliği.

Birbirinden bağımsız ya da büyük ölçüde farklı dinamiklerle ilerleyen tüm süreçlerin ortasında Türkiye, ölçeğini ve derinliğini fark etmenin kolay olmadığı bir kırılma anını yaşıyor olabilir.