Suriye’de Alevi Katliamı ve SDG ile imzalanan Entegrasyon Anlaşması

Alevi katliamlarının sonu gelmiyor

Suriye’nin Lazkiye ve Tartus kentleri başta olmak üzere Akdeniz’e açılan sahil kesimleriyle, bunların hemen arkasında yer alan dağlık bölgelerde geçtiğimiz hafta yaşanan Alevi katliamı, Gabriel Garcia Marquez’in ünlü kitabı Kırmızı Pazartesi’de anlatılan cinayet gibi göz göre göre geldi. Bu tehlikeye T24’te yayınlanan makalemizde daha 30 Aralık 2024’te dikkat çekmiştik.

Ortada cihatçı militanların sivil Alevilere karşı giriştiği çok vahşi, kanlı bir katliam var. Bu katliam, provokasyon iddialarıyla tevil edilemez. Meseleye bu şekilde yaklaşılırsa bunun Türkiye’de çok olumsuz yansımaları olur. Çünkü sınırımızın çok yakınında vuku bulan bu vahşi saldırılarda öldürülen siviller kendi vatandaşlarımızın akrabalarıydı. Alevi vatandaşlarımız bu katliamın acısını kanlı Maraş, Çorum ve Sivas olaylarından dolayı çok derinden hissettiler.

Türkiye’de mezhep farkı nedir bilmeden büyümüş son nesil sayılacak olan benim neslim, Alevilerin acısıyla 1970’lerin sonunda Maraş ve Çorum katliamlarıyla tanışmıştı. Maraş ve Çorum’un, daha sonra da Sivas’ın acısı, Alevi olsun olmasın vicdan sahibi insanların yüreğinden hiç çıkmadı. Alevi katliamlarının sonu gelmiyor. Şimdi de dünya bu gerçekle Suriye’deki vahşet nedeniyle tanışıyor.

El Şara’nın maskesi çok kısa sürede düştü

Suriye’de Alevilere yönelik saldırılar Beşar Esad rejimin düşmesinden kısa süre sonra küçük grupların adi suç ve intikam eylemleri şeklinde başladı. Daha sonra giderek büyüdü ve sistematik hale geldi. Oysa HTŞ 8 Aralık’ta Şam’a girerken intikam peşinde olmadığını vurgulayarak her kesime barış ve özgürlük vaadetmişti. Esad döneminin başbakanından yönetimin barışçıl bir törenle devralınması, Esad bürokrasisinin bir süre yerinde bırakılması herkese umut vermişti. Sanki Irak’ta Saddam’ın devrilmesinden sonra yaşananlardan ders alınıyor gibiydi. Birileri Ahmed El Şara’nın kulağına Şam’a girmeden önce kucaklayıcı ve mutedil görünmesini fısıldamış olmalıydı.

Ama gerçeklerin üzerini örtmek El Şara’nın savaş üniformasını çıkarıp kravat takması kadar kolay değil. Herkesi kucaklayacağını söyleyen El Şara, yönetimini sadece HTŞ’nin üzerine bina edince, özellikle güvenlik birimlerini salt kendi militanlarından oluşturunca, Suriye’yi nereye götürmek istediği hemen belli oldu. Merkezi ordu sadece cihatçıları saflarına kabul etti. Bunlar arasında sahil bölgelerinde gerçekleştirilen Alevi katliamının baş failleri olan yabancı cihatçılar da var. El Şara bunlara sadece vatandaşlık vermedi, orduda üst rütbelerle de taltif etti.

Bu davranış sistematiği geçici hükümete ve yerel yönetimlere yapılan atamalarda da aynen tekrarlandı. Yeni kurulan rejimin tüm sinir uçları HTŞ’nin üst düzey mensupları veya onunla ittifak içindeki cihatçı örgütlerin liderlerine teslim edildi. Ahmed El Şara’nın geçiş dönemi cumhurbaşkanı seçildiği “Zafer Konferansı” sadece HTŞ’nin ve onun müttefiki olan örgütlerin temsilcilerini bir araya getirdi.

El Şara dört yıllık bir geçiş döneminden bahsediyor. Bu süre içinde yeni devletin anayasası ve temel mevzuatı hazırlanacak, devlet kurumları oluşturulacak ve ülke seçimlere götürülecek. El Şara’nın açıklamalarına göre devletin şeriat anlayışı ile yönetileceği, merkezi-üniter bir yapıya sahip olacağı anlaşılıyor. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olacak.

Selefiler dışında Suriye için biçilmek istenen elbiseyi kabul eden yok

Ama HTŞ’nin biçmek istediği elbise Suriye gibi nispeten gelişmiş bir topluma çok dar geliyor. Yeni devletin oluşumunda Kürtlere, Alevilere, Dürzilere, Hristiyanlara ve selefi anlayışı benimsemeyen Müslümanlara söz hakkı verilmemiş olması ve katı bir şeriat anlayışının dayatılması, sadece bu kesimlerde değil, kadınlarda ve ülkedeki laik kesimlerde de haklı bir rahatsızlık yarattı.

Dürziler baştan itibaren kendileri tarafından kabul edilecek anayasal güvencelere kavuşmadan silahlarını bırakmayı reddettiler. Şam’dan atanan valiyi ve beraberindeki güvenlik güçlerini bölgelerine sokmayıp geri gönderdiler. Dürziler daha sonra İsrail’in desteğini de arkalarına alarak kendi federal yönetimlerini kurdular. Dürzileri bundan böyle merkezi-üniter bir yapı altına yaşamaya zorlamak çok güç olacak.

Rojava olarak adlandırılan kuzey-doğu Suriye’yi son on yıldır SDG yapılanması altında otonom şekilde yöneten PYD/YPG, Türkiye’nin yönlendirdiği SMO’nun saldırılardan dolayı silahlarını bırakmakta isteksizlik gösteriyordu. Ancak YPG hiçbir zaman Dürziler gibi davranmadı. Örgütün lideri Mazlum Abdi, Şam’da kurulan merkezi yönetimi baştan itibaren tanıyarak onun bayrağını kabul etti. Rojava’dan çıkan petrolün Suriye’nin batı kesimlerine sevkine izin verdi. Ayrıca Türkiye’ye açılan kuzeydeki sınır kapılarının yönetimini merkezi hükümete teslim etmeye hazır olduğunu açıkladı. Ancak silah bırakmak için SDG güçlerinin merkezi Suriye ordusuna entegre olması ve Kürtlerin anayasal statülerinin belirlenmesi için merkezi hükümetle müzakerelere gereksinim duyduklarını vurgulamıştı. Geçmişte Esat yönetimleri altında vatandaşlık haklarından mahrum bırakılan, nüfusa dahi kaydedilmeyen Kürtlerin Suriye’de anayasal statü kazanmaları bu halkı kim temsil ederse etsin, büyük önem taşıyor.

El Şara ve Mazlum Abdi tarafından imzalanan anlaşma umut veriyor

Başlangıçta SDG ile HTŞ’nin hâkim olduğu merkezi Suriye yönetiminin bir müzakere süreci başlatacaklarına kimse ihtimal vermemişti. Ama Mazlum Abdi’nin Şam’a gidip Ahmet El Şara ile görüşmesinden sonra iki kesim arasında belirli bir hareketlenme olduğu anlaşıldı. Yine de tarafların müzakereler neticesinde bir anlaşma imzalamaları uzak bir olasılık gibi görülüyordu. El Şara ve Abdi tarafından imzalanan sekiz maddelik “Entegrasyon Anlaşması” ile bu konuda var olan duraksamalar tümüyle ortadan kalktı.

Bu anlaşma ile ilgili olarak ilk tepkilerimizi ifade etmek gerekirse, tarafların bir anlaşma imzalayarak, sonu ne şekilde biteceği meçhul bir süreci barışçıl bir mecra içinde götürme iradesini ortaya koyabilmiş olmaları umut vericidir. Umalım her iki taraf da attıkları imzalarda samimidirler. Umalım bu imzalar, tarafların karşılaştıkları sorunlar nedeniyle nefes almak için atılmamış olsun. El Şara yönetiminin Ankara’nın bilgisi dışında böyle bir anlaşmayı imzalamayacağı varsayılırsa, anlaşmanın hükümleriyle Türkiye’de devam eden ismi konulmamış sürecin bir şekilde bağlantılı olabileceği hissine kapılmamak da elde değil. Bu da temkinli bir iyimserliğe yol açıyor.

Anlaşmanın maddelerine hızlı şekilde göz atılacak olursa, dikkat çeken birinci konu, Kürt toplumunun Suriye devletinin ayrılmaz parçası olarak tanınması ve Kürtlere vatandaşlık ve anayasal haklarının verileceğinin garanti edilmesidir. Bu ifadelerden Kürtlere ayrı bir etnik toplum olduklarından dolayı hukuki ve yönetsel haklar verileceği anlamı çıkarmak mümkün. Eğer bu yorum doğruysa, Suriye’de şimdiye kadar reddedilen ademi merkeziyetçi yapı veya otonom haklar yönünde bir adım atılmış olabilir. Baştan beri savunduğumuz bu yol Suriye’ye barış ve huzur getirmenin yegâne teminatıdır. Bu sadece Kürtler ve Dürziler bakımından değil, ağır saldırılara uğrayan Alevi toplumu için de önemli bir teminat olacaktır.

Anlaşmada ikinci dikkat çeken konu Suriye’nin kuzey-doğusundaki sivil ve askeri kurumların Suriye devlet kurumlarına entegre edilmesi hususudur. Bu da SDG’nin, dolayısıyla PYD/YPG’nin örgüt olarak bir şekilde Suriye devlet yapısına katılması anlamına geliyor. Oysa Türkiye baştan itibaren PYD/YPG’nin silahlarını bırakarak dağıtılmasını, örgütün değil münferiden militanların Suriye devlet teşkilatına katılmasını talep ediyordu. Anlaşma bu şekli ile örgütün varlığını korumasına ve dolayısıyla silahlarını elinde tutmasına izin veriyor. Bazı yorumcular ağır silahların Suriye ordusuna teslim edilmesi, hafif silahlı militanların polis teşkilatına katılması yorumları yapıyorlarsa da bu aşamada bu yorumları haklı kılacak bir bilgi elde mevcut değil.

Ankara bu son hususu ne kadar içine sindirir bilinmez. Ancak taraflar bu anlaşmayı imzaladıktan sonra Ankara’nın müdahale imkânı oldukça kısıtlandı. Anlaşma bir yıllık bir süreci öngörüyor. Bu süre zarfında Suriye’de her şey olabilir. Bekleyip görmek lazım.