ABD’de göreve gelen Trump yönetiminin Rusya’ya yakınlaşıp, Avrupa’daki NATO müttefiklerini karşısına alma yönündeki hamlelerinin Batı dünyasının jeopolitik denkleminde yol açtığı büyük depremi konuşuyoruz haftalardır.
Bu konudaki tartışmaların Türkiye’nin gündemine taşıdığı bir soru var. ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa’da tetiklediği arayışlar Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yeni bir gözle bakmasına doğru evrilebilir mi?
Avrupalı liderler, Trump başkanlığındaki ABD’nin Avrupa kıtasının güvenliğine dönük garantilerinin süratle çözülmeye başlamasının şoku içindeler.
Avrupa kendi güvenliğini sağlama yönünde bağımsız arayışlara girişir ve aynı zamanda Ukrayna’da muhtemel bir ateşkesin denetimi için katkı ararken, birden Türkiye’ye de kurduğu masada yer verme ihtiyacını duymaktadır.
*
Ankara cephesinde yapılan resmi açıklamalarda, söz konusu gelişmeler bağlamında Türkiye’nin Avrupa karşında elinin güçlendiği, Avrupa ile ilişkilerin dinamiklerinin Türkiye lehine değişmekte olduğu yönünde bir bakış kendisini gösteriyor.
Bu konudaki bütün açıklamalar, ortaya çıkan yeni durumun Ankara cephesinde artan bir özgüven duygusunu yerleştirdiğine de işaret ediyor.
Geçen pazar günü Londra’da düzenlenen, NATO ve AB’nin kurumsal temsilinin yanı sıra Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin katıldığı güvenlik zirvesine Türkiye’nin de davet edilmiş olması, muhtemelen bu özgüveni daha da perçinlemiş olmalıdır.
*
Anlattığımız yönelişe paralel bir düzlemde, özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son haftalardaki beyanlarında Avrupa’ya dönük mesajların sıkça ön plana çıktığını, AB’ye tam üyelik hedefine dönük vurguların güçlendiğini görüyoruz.
Avrupa kıtası Trump yönetiminin neden olduğu altüst oluşu yaşarken, bu kargaşa ve belirsizlik ortamında Cumhurbaşkanı Erdoğan da Avrupa Birliği kartını masaya sürmektedir.
Erdoğan, öncelikle olumlu bir tonda “AB ile ilişkilerin eski ritmine kavuşmakta olmasını önemsediğini” kayda geçiriyor. Ardından, Suriye’deki gelişmelerin, Ukrayna savaşı bağlamında yürüyen tartışmaların “Avrupa’nın Türkiye’ye olan ihtiyacını tekrar teyit ettiğini” belirtiyor.
Dikkat çekici olan, Cumhurbaşkanı’nın yalnızca “stratejik önem” kartını kullanmaması, aynı zamanda Avrupa’nın yaşamakta olduğu bir dizi yapısal sorun karşısında, Türkiye’nin üyeliğini bir çıkış yolu olarak göstermesidir. Bunu söylerken, liberal demokrasinin bugün Avrupa’da bir kriz ve darboğaz içinde olduğunu da ifade etmektedir.
Erdoğan, “AB’yi ekonomiden, savunmaya, siyasetten uluslararası itibara kadar içine düştüğü çıkmazdan sadece Türkiye’nin kurtarabileceğini”anlatıyor. Bu çerçevede ekonomisi ve demografisi hızla yaşlanan Avrupa için Türkiye’nin “can suyu” olabileceğini kaydediyor. (24 Şubat tarihinde kabine toplantısı sonrası konuşması)
*
Cumhurbaşkanı, geçen pazartesi akşamı Ankara’daki yabancı büyükelçilere verdiği iftar yemeğindeki hitabında AB ile ilişkilere yine geniş bir yer ayırmıştır.
Erdoğan, “Son dönemde yaşanan gelişmelerin Türkiye-AB ilişkilerinin önemini bir kez daha ortaya koyduğunu” vurguladıktan sonra “Türkiye’nin hak ettiği şekilde yer almadığı bir Avrupa’nın küresel bir aktör olarak varlığını sürdürmesi giderek imkânsız hale geliyor” diye konuşmuştur.
AB’nin Türkiye’yi yanına almadan uluslararası alanda ağırlık kazanamayacağı, etki icra edemeyeceği görüşü, Türk yetkililerin söylemlerinde sıkça tekrarlanan bir temadır.
Bunu, Avrupa’nın savunması boyutunda Erdoğan’ın “Türkiye’siz bir Avrupa güvenliği düşünülemez” tespiti izliyor.
Avrupa’nın yeni güvenlik mimarisinin Türkiye olmaksızın şekillenemeyeceği tezi de yine son dönemde sıkça karşılaştığımız bir başka temadır.
Erdoğan, işte bütün bu mesajları verdikten sonra AB’den beklentisini kayda geçiriyor:
“Avrupalı dostlarımızın da bu hakikatle artık yüzleşmesini, vizyoner bir bakış açısıyla tam üyelik sürecimizi ilerletmesini bekliyoruz.”
*
Görüleceği gibi, Erdoğan AB’ye verdiği mesajlarda daha çok Türkiye’nin AB’ye katacağını düşündüğü artıları ön plana çıkartıyor. Burada güvenlik boyutu özellikle kuvvetli bir vurgu alıyor.
Muhtemeldir ki, Erdoğan önümüzdeki haftalarda, yalnızca kamuoyuna mesajlarında değil, ikili görüşmelerinde de Avrupalı muhataplarının karşısında her seferinde bu temaları tekrarlayaraktır.
*
Kendi ifadelerinden yola çıkarsak, Cumhurbaşkanı’nın Avrupalı muhataplarından beklentisini “Türkiye-AB ilişkilerinin eski ritmini kazanması” ve “tam üyelik sürecinin ilerletilmesi” şeklinde özetleyebiliriz. Bunun için “vizyoner bir bakış açısına” ihtiyaç vardır.
Türkiye-AB ilişkilerinde ritmin en yüksek olduğu dönem, AK Parti’nin 2002 yılı seçim başarısının sonrasındaki ilk yıllarında reformcu kimliğiyle Avrupa’nın karşısına çıktığı ve birbiri ardına gerçekleştirdiği reformlarla AB’ye tam üyelik müzakerelerini başlattığı zaman kesitidir.
AB’nin o dönemdeki önde gelen aktörleri arasında Türkiye’nin tam üyeliğine dönük sergilenen kuvvetli destek iradesiyle birlikte, Ankara cephesinde de bu hedefi sağlamanın koşulu olan Kopenhag siyasi kriterlerinin karşılanması yönünde kararlı adımlar atılmıştır.
Ancak kabul edelim ki, bugün hem AB hem de Türkiye, o yıllarda tam üyelik müzakerelerinin başlamasını ve bir süre devamını mümkün kılan bakışın çok uzağına düşmüş durumdadır.
*
Konu Erdoğan’ın tam üyelik sürecinin ilerletilmesi beklentisi olunca, “Bu süreç nasıl ilerletilebilir? Bunun için ne yapılmalıdır?” sorularına da gerçekçi yanıtlar vermemiz gerekir.
Türkiye’nin güvenlik alanında oynayacağı roller, üstleneceği sorumluluklar stratejik açıdan AB’ye pek çok getiri sağlayacak olmakla birlikte, bu adımların müzakere sürecini başlatmak açısından yeterli olacağı şüphelidir.
Bunun için en son Avrupa Birliği Konseyi’nin 2018 yılında müzakerelerin resmen durmuş olduğunu kayda geçirdiği kritik kararını da hatırlamamız gerekir. Bu kararda en önemli gerekçe olarak “Türkiye’nin AB’den uzaklaşmakta oluşu” tespiti kayda geçirilmişti.
İlişkilerin yeniden eski ritmini kazanması hedefleniyorsa, AB cephesinde yeni ve vizyoner bir bakışın gerekeceği aşikardır.
Ancak benzer şekilde, yeni bir başlangıç yapılacaksa, Türkiye cephesinde de bunun yolu öncelikle “uzaklaşma” tespitini geçersiz kılacak, AB’ye yakınlaşmanın başladığını, bunda samimi davranıldığını ortaya koyacak bir hareket tarzının geliştirilmesinden geçiyor.
Bir başka deyişle, bir dönem ilişkilere hâkim olan ritmin, temponun gerektirdiği reform heyecanını Türkiye’nin yeniden hissetmesi ve hayata geçirmesi elzemdir.
*
Bu çerçevede AB raporlarında artık standart söylem olarak yerleşen “demokratik alanda geriye gidiş” eleştirilerine yol açan ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, AİHM kararlarının uygulanmaması gibi birçok alana yayılan sorunlu uygulamaların son bulduğunu gösterecek adımların atılması gerekecektir.
Bunların burada uzun bir listesini verecek değiliz. Ama canlı yayında TSK ilgili bir ifadesinde dili sürçen, yaptığı hatayı fark edip düzelten bir gazetecinin bile ayağında elektronik kelepçeyle uzun süre ev hapsinde alıkonduğu bir tablonun, AB ile tam üyelik için ilerleme sağlanmasına yardımcı olabileceğini hiç zannetmiyoruz.
Bu konudaki liste çok uzun olduğu için sadece çok çarpıcı bulduğum tek bir örnekle yetiniyorum.