Barış çağrısı: inanmak başka, ikna olmak bambaşka

Öcalan’ın açıklaması ve yeni dönemin başlangıcı

Öcalan’ın açıklaması kamuoyuyla nihayet paylaşıldı. Açıklama, önceki sürecin çökmesinden tam on yıl sonra gelen yeni bir başlangıç oldu. Aradan geçen on sene bir yana, son bir yılda bile dünya neredeyse yıkılıp sil baştan kuruldu. Ukrayna, Gazze, Suriye, Trump’ın başkan seçilmesi yeterli örnekler.

Oysa, Öcalan’ın Suriye’ye geçişi 1979, örgütün Eruh-Şemdinli baskınları 1984, yakalanıp teslim edilmesi 1999: Yirmi yıllık “etkinlikten” sonra, İmralı’da geçen yirmi altı yıllık mahpusluk, hatta büyük ölçüde tecrit. Haliyle, İmralı’dan yapılan çözümleme de Soğuk Savaş’ı tozlu raflardan indirdi.

Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminden çıkışı ve siyasal dönüşüm

Ankara, Soğuk Savaş’ın bitişini, Yugoslavya’yı parçalayan iç savaşı ve I. Körfez Savaşı’nın yarattığı uçuşa yasak bölge uygulamasını dehşete kapılarak izlerken ıskalamıştı. Bu ıska, Ankara’da seçilmeden iktidarda olanların, iktidar alanlarını kıskanç biçimde korumaları için yaptıkları bilinçli bir tercihti belki. Belki sadece kifayetsizlikti.   

Karanlık doksanlar, “terörle mücadele” kisvesi altında uygulanan “isyan bastırma” taktikleriyle geçti. Öcalan’ın ele geçirilmesiyle kazanılan “kredi” de aynı yıl yaşanan depreme verilemeyen tepkinin devletin iflasını ilânıyla çarçur edildi. O dalga, AKP ve Erdoğan’ı Ankara’ya taşıdı. Bu kez, TSK’yı izleyen bürokratik oligarşi ile Fethullahçıların eşlik ettiği AKP’nin kıyasıya var kalma savaşımı başladı.

Muhalefet ve iktidarın tavrı: Barış süreci ne kadar gerçekçi?

AKP, DEM’in öncülleriyle de yol arkadaşlığını denedi. Ama bir koltuğunun altında aslan diğerinin altında geyikle yol yürüyebilmenin ancak Hacı Bektaş Veli hazretlerine mahsus olduğunu zamanla öğrendi. Fethullahçıların “başarısız” olduğunu sürekli kendi kendimize yinelemek gereksinimi duyduğumuz 15 Temmuz 2016 darbe girişimine böyle geldik.

Oradan da, ucu bugünkü otoriter parti-devletine çıkan “yerli ve milli” başkanlık sistemi patikasına saptık. Şimdi de oligarşi var ama askeriyle, yargısıyla artık Erdoğancı. AKP, çeyrek yüzyılda cumhuriyeti bu kıvama getirmeyi başardı. Büyücü yamakları açısından kıvam tuttu ama hem dördüncü kere seçime girebilme hem toplum desteğindeki—özellikle ekonomik nedenlere dayanan—keskin düşüş yeniden ve biteviye devinimi bir kez daha zorunlu kıldı.

Böylece, hizaya sokulmuş̧ bürokratik oligarşi, silahlaştırılmış yargı, avarakasnaklaşmış meclis, dizginleri tek elde toplanmış̧ medya, susturulmuş toplum dekoru önünde yeni girişimin başlama vuruşu Bahçeli tarafından yapıldı. Suriye etmeni ne denli baskın kestirmesi çok güç̧. Zira, Şara’nın İdlip’ten beklenmedik hurucuyla çıkıp 12 günde Esat’ı Şam’dan kovalayacağını Bahçeli, Öcalan’ı meclise davet ettiğinde kimse kestiremezdi. Alandan kaynaklanan bir aciliyet yoktu. PKK, amiyane tabirle “burnunu çıkaracak” durumda değildi. Sonradan üfürülen “İsrail geliyor” safsatası hiç tutmadı. Düz ovada Suriye’ye harekâtın önündeki tek engel ABD’nin desteği değil, bayrak göstermesiydi. Dolayısıyla herhalde yakın gelecekte ABD’ye dönülüp, “Bak siyasal çözümü de denedik, seçenekleri tükettik, artık sıra sende,” denilecek.

Barış çağrısı, uluslararası dengeler ve sürecin küresel etkileri

Hele İsrail lobisi, Vaşington’da Türkiye karşıtlığına böylesine germi vermişken tarihteki en aşırı İsrail yanlısı ABD yönetimi olan Trump başkanlığını ikna edilebilecek mi göreceğiz. Kestirme yanıt, Trump’ın ne yapacağının öngörülemeyeceği.  

Esasen “tehdit algısı” görelidir, özellikle de başkanlık düzenlerinde. Ulusal güvenlik önceliklerini, politikalarını (kendi kendine değilse de) başkan belirler. Bakınız kim öngörebilirdi Ukrayna’ya ilişkin son BM oylamasında ABD’nin Rusya’yla birlikte oy kullanacağını? Zelenskiy’nin Beyaz Ev’de böylesine küçük düşürücü bir muameleye canlı yayında maruz kalacağını?

Strateji soru sorularak belirlenir; herhalde muhalefet de soru sorularak yapılır: Irak ve Suriye’den Türkiye’ye yönelik varoluşsal bir tehdit algısı var mıdır? Varsa, niteliği ve kaynağı nedir? Bu tehditle mücadelenin yöntemleri nelerdir? Yöntem tekil ve biricik midir?

Devamla: Öcalan’ın çağrısıyla Kandil boşalacak mı? Boşalacaksa hangi vadede ve boşluğu kimler dolduracak? Buna olanak yoksa silâhlar bırakılacak mı? Bırakılacaksa nereye? Bunu kim denetleyecek? Bırakılmayacaksa ilân edilecek olan kendi kendini lağvetme ve ateşkes. Başka deyişle bu bir kayıtsız şartsız teslim uzlaşısı değil.

Nitekim, Kandil’in hızı bakımından önceden hazırlandığını düşündüren ateşkes açıklaması pek çok varsayım ve koşul içeriyor. SDG Komutanı Mazlum Abdi ise kendi silâhlı güçlerinin çağrının muhatabı olmadığını ilan etti bile.   

Ne tesadüftür ki, Öcalan’ın barış çağrısı tam da İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı duyurusuna denk geldi. Diğer tuhaf tecelliyse, aynı günün sabahında Beykoz Belediye Başkanının evinden gözaltına alınmasıydı. Türkiye’nin demokratikleşmesini “erteleten” bir terörle mücadele durumu mu var?

Yoksa Erdoğan’ın görev süresindeki anayasa kısıtını gidermek mi ivedi olan? On yıl önceki süreç Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışıyla sona ermişti. Bu defa karşılıklı alışverişin, doğal olarak tek amaç bu olmasa da, “Seni ömürboyu başkan yaptıracağız” düzlemine varacağı öngörülebilir.

Anlatılana göre, gerek iktidar gerek DEM kanatlarından, ortada bir müzakere yok. Nedense “müzakere” ayıp karşılanıyor. “Müzakere edecek kadar ahlâksız mıyız?” denilmek isteniyor sanki. Siyaset müzakereye dayanmaz mı? Oysa inanmaya yorgun olup da ikna olmak isteyenlerin yapıcı da olsa eleştirileri “siyasal çözüme karşı mısınız?” ekseninden karşılanıyor.

Kürt sorunu ve çözüm için öneriler

Sırrı Süreyya Önder açıklamaya hukuken “mütemmim cüz” haline getirdiği tek cümlelik bir ek yaptı: “Bu perspektifi ortaya koyarken, şüphesiz, pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” Genel kanı bu ekin Kandil’in olası kaygılarını gidermeye yönelik olduğu yönünde.

Kürt yurttaşa özel ısmarlama demokrasi olamayacağına göre, ben Önder’in ekinin toplumun geneline yüzü dönük olduğunu varsaymayı yeğliyorum. Bana göre o tek cümlede ülkenin genel durumuna yani bizim gibi “tuzukuruların” başka deyişle “cumhuriyetçilerin” de yarasına melhem olma gayreti var.

Önder gerçekten seçkin bir edebi metin olan “Kahtalı Mıçe” anma yazısında da “Bir Kürt ilinde yaşıyorsanız ne darbe biter ne sözde demokrasi gelir ne de bir anayasası olur. Cumhuriyet oralarda cumhuriyet olmaktan çıkar, başka bir şeye dönüşür. Ülkede cari olan sistem ne olursa olsun, siz olağanüstü hallerden bir türlü çıkamazsınız.” diyor.

Nitekim yine Demirtaş da yeni sürece destek verdiği son yazısında, Önder’in “tuzukurular” benimse “cumhuriyetçiler” diye nitelediğim ve çoğunluk olduğunu iddia ettiğim toplum kesimine, doğrusu sanki biraz tepeden bakar bir üslupla, “canım kardeşim” diye hitapla anladığım kadarıyla “uzatma birader” demeye getiriyor.      

DEM Eş Başkanı Hatimoğulları ise Payzın ve Sabuncu’yla söyleşisinde, “DEM Parti’yi eleştirmek yerine ‘Sayın Öcalan’ın yaptığı bu çağrıyı nasıl desteklemeliyim?’ demeliler. Bize ‘Akıllanmadınız mı?’ eleştirisi yapanlar siyaseti dondurmak isteyenler,” diyor. Ama aynı söyleşinin daha sonraki bir bölümünde de “Ne olduğunu bilmiyoruz ki şeffaf olup olmadığını bilelim.” ifadesiyle yalın gerçeği kendi de teslim ediyor.

İş o raddeye vardı ki Kürtler karanlık ve kanlı 90’lı yıllarda köylerinden Batı’daki büyük kentlere bir bakıma sürülünce Türklerin onlarla ilk kez karşılaştıklarından, Kürtlerin varlığından böylece haberdar olduklarından söz eden ulema bile çıkıyor. Oradan bakan, 2025 dünyasında bile “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye haykıranı, şah damarına “K.Atatürk” dövmesi yaptıranı görünce karşısına “faşist milis” çıktı sanabiliyor.

Sonuç: Türkiye için yeni bir başlangıç mı?

Biraz tarih, biraz göstergebilim, olmadı biraz anlayış ve kavrayış, biraz soluklanmak gerek aciz kanaatimce. Bu bağlamda, aralarında iyi niyetlerinden sual olunmayacaklar da bulunan kimi uzmanlar hatta pek çokları daha şimdiden CHP’ye ev ödevi buyurmaya başladı. Oysa tüm bu sürecin mantığı tek muhatabın tek muktedir olan Erdoğan olduğu gerçeğinin kabullenilmesine dayanmıyor muydu?

Ortada bir sürecin, bir müzakerenin zinhar bulunmadığını yineleyegelen bir iktidar ve yapılan bir “barış ve demokratik toplum” çağrısı var. Çağrı kime yönelik? Muhalefet mi getirecek barışı ve demokrasiyi ülkeye? Muhalefet mi başlatacak müzakereyi? Muhalefetin birinci, ikinci ve üçüncü işi önce sandığı getirmek sonra iktidara gelmektir bence.  

DEM de ayrılınca CHP artık tek başına kaldı muhalefette. Ancak çaresiz kalmadı. CHP’ye yöneltilen başat suçlama “demlenmekti.” Hatta “kent uzlaşıları” bile suç sayılır oldu. Öyleyse şimdi CHP’nin önünde doğrudan Kürt seçmene hitapla, “size devlet vaat ediyorum” çıkışının altını doldurmak, yeni cumhuriyet şuur ve tasavvurunu paylaşmak için geniş bir bulvar açıldı.   

“Dertlerin kalkmışsa şaha, bir selam yolla Ruşen Çakır’a” demiş şair: Onun bilinen deyişidir “Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde.” Eyvallah. Ama hep aynı ve aynı yerde mi kalınır? Meziyet midir böyle davranmak? Siz aynı kalırken çevrenizdeki her şey de sizinle birlikte aynı mı kalır? Belki benim ve dünyanın aynı kaldığını sanmak, (tabiatıyla Ruşen’i tenzihen) iddia sahibinin kendi bağnazlığıdır.