Öcalan’ın çağrısı sürece “ne etti”?

Öcalan’ın çağrısı ve yeni çözüm sürecindeki dönüşüm

Süreç başladığında—özellikle Bahçeli’nin 22 Ekim çıkışıyla—en önemli sorulardan biri, “Öcalan’ın gerçekten böyle bir çağrı yapıp yapmayacağı” olmuştu. Bunun retorik bir davet olduğu, oyalamaya ya da gündem doldurma oyunu olabileceğini söyleyenler bile olmuştu. Bir çağrının olacağının anlaşılmasından sonra ise içeriği ve açıklamanın muhataplarınca kabul görüp görmeyeceği çok tartışıldı. Bugün itibarıyla—bu  sürecin nedeni ve varacağı yer konusundaki derin yorum farklılıkları yerli yerinde durmakla birlikte—çeşitli  spekülasyonlara konu olan bu soruların gayet açık cevapları artık önümüzde.

Bahçeli’nin daveti karşılık buldu. Öcalan, beklenenden bile net biçimde ve en azından görünürde bir şart ileri sürmeden PKK’nın kendini feshetmesini istedi. “Kandil”, bu karara uyacağını ve gereğini yerine getireceğini söyleyerek ateşkes ilan etti. Yüksek çıkışıyla sürecin çerçevesini, aktörlerini, hızını ve rotasını işaret eden Bahçeli’nin, sürece dahil (davet) etmediği kişi ve çevreler dahi, bu netleşme tavrına bigane kalmadı. Selahattin Demirtaş, herkesin kendine güvenmesi gerektiğini söyleyerek tam destek vereceğini yazdı. CHP, başından itibaren açık bir karşı pozisyon almadı, tabanındaki “endişe” baskısına rağmen makul bir sınırda kalmayı sürdürdü.

Bahçeli’nin çıkışı ve sürecin şekillenmesi

En başında da öyleydi ve şimdi daha çok öyle: Bu süreç, basit tanımlamalarla, kısa ve küçük taktik hesaplarla tarif edilerek geçiştirilecek; kimsenin sırtını dönüp, “bir şey olmaz” deyip kaldığı yerden devam edebileceği bir hadise değildi ve öyle ilerlemiyor. Yarattığı ve yarabileceği sonuçlar açısından herkesi yeni bir pozisyona zorlayacak etkisi dikkate alınarak; iç ve dış dinamikler açısından da geniş bir alanda belirleyici olacak şekilde kurgulandı ve yürüdü. Pilavın daha çok su kaldıracak olması, artık önümüzde daha somut biçimde duran bu gerçeği değiştirmiyor.

Sürecin en önemli ve hızlı sonuçlardan biri ise hadiseyi mevcut dengenin içinde tarifle yetinip, yüksek hamaset takviyesiyle mevcut pozisyonlarını tahkime yönelenlerin zemin kaybı oldu. Elbette her ciddi kırılmanın ve değişim ihtimalinin kalabalık itirazcıları ve endişelileri olur. Bu kesimlerin sözcüsü, duygudaşlığı hatta kışkırtılmasıyla kısa vadeli önemli siyasi faydalar temin edilebilir. Ancak böylesi reaktif pozisyonların kolaylığı ve bol gürültüsü cezbedicidir, ama çok dayanıksız ve daha önemlisi “geleceksiz” oldukları da açık. Aynı şekilde fazla ihtiyatlı ve şüpheci yaklaşımlar risklerden korunmaya hizmet edebilir ama sürece dahil olmayı da bir o kadar zorlaştırır.

İyimserlik-kötümserlik sarmalı

Önemli gelişmeler ve ciddi kırılmalar hakkında düşünürken, işe iyimserlik-kötümserlik skalasındaki yeri tespit ederek başlamak, çok doğru bir menzile götürmüyor. En popüler gazetecilik sorusu “sizce şimdi ne olacak?” herkesi tam bu tuzağa çekiyor aslında. Bir gelişmenin, bir sürecin iyi veya kötü neticeler verme ihtimali, olup biteni sadece olasılıklar üzerinden düşünmeye yol açıyor ve her durumda bazı sonuçların doğduğu gerçeğinden bizi uzaklaştırıyor. Mesafeli ve dengeli yaklaşımı da engelliyor. Anlama çabasının yerini kendi pozisyonunu meşrulaştırma argümanlarını avlama-toplama işi alıyor.

Kötümserlerin, belki haklı gerekçelere yaslanmış ihtimallere dikkat çekerek çizdikleri resim ile iyimserlerin muhtemel imkanlar ve kolay karşı çıkılamayacak niyetleri sanki otomatik (zorunlu) sonuç gibi anlatması, benzer bulanıkları besliyor. Kötümserliğin ölçüsüz abartısı iyimserliği kışkırtarak, iddialarını iyice uç noktalara taşımalarına neden oluyor. İyimserlerin ölçüsü kaçmış beklentileri ise diğer bütün dinamikleri önemsizleştiren fütursuzluğu besliyor; bu da kötümser endişelileri yatıştırmıyor aksine besliyor. Birbirini hızla iten bu manyetik etki, dahil olmayı hatta sağlıklı tartışmayı zorlaştırıyor. Oysa iyimserlik-kötümserlik tercihlerinden uzaklaşınca net ve bulanık olan noktalar daha belirgin hale geliyor.

Net olanlar ve muğlak kalanlar

Önce gayet net olanlara bir bakalım: Elli yıllık mazisi olan, belki de dünyanın en büyük aktif silahlı örgütlerinden birinin yirmi altı yıldır hapiste olan kurucusu, örgüte kendini feshetmesi gerektiğini söyledi. Üstelik bu açıklamayı, yıllar süren mücadeledeki en sert siyasi rakiplerini bünyesinde toplayan bir partinin lideri ve bazılarının iddiasıyla “’devlet aklının” sesi Bahçeli’nin davetiyle ve ona teşekkür ederek yaptı. Ayrıca, süreci başlatanın işaret ettiği gibi peşin şart ileri sürmeden ve açık bir “sorun” tarifi yapmadan aldığı sorumlulukla, “tarihi fırsatın” iyimserlik yükünü de üstlendi. Öyle ya da böyle, örgütü de, senelerdir savaştığı “devletle bütünleşme” adımları için “emrin olur” cevabı verdi.

Daha önce de buna yaklaşık açıklamalar (girişimler) olduğu ve pek bir “sonuç” çıkmadığı ileri sürülebilir elbette. Fakat, ne öncekilerin “hiçbir sonuç” yaratmadığı iddiası ne de şimdikinin rutin tekerrür olduğu doğru. Kürt sorununu ve Türkiye’nin demokratikleşme meselesi gibi çok eski ve katmanlı sorunları çözmek için bir eylem planı ve yol haritası, hatta iddiası da henüz ortaya konmadı. Zira—en azından bu ilk aşamada—tarafların—güvenlik kaygılarını öne alan perspektif, “PKK sorununa” odaklanmış görünüyor. Herkes için netleştirilmiş bu çıkış planı, teste sokulacağı hedefleri hala saklı tutuyor.  

Diğer taraftan—bazıları maksatlı olarak—bulanık bırakılan önemli parçalar var. En başta, çeşitli kesimlerce farklı biçimde gerekçelendirilerek sürecin varlık nedeni sayılan Suriye meselesinin denkleme yerleştirilmemiş olması var. Açıklama metninde zikredilmemiş olması yanında, SDG temsilcilerinin ve bazı DEM sözcülerinin, “Öcalan’ın çağrısı Suriye’yi kapsamıyor,” sözleri bunun bilinçli bir boşluk ve maksatlı bir bulanıklık olduğunu düşündürüyor. Ancak bu bulanıklık, Suriye meselesinin sürecin dışına taşındığı anlamına gelebileceği gibi tam tersine en kritik unsuru olarak süreçteki ağırlığının artmasıyla da açıklanabilir. Bunun cevabını da çok kısa bir sürede alamayabiliriz.

Öcalan’ın çağrısı ve Sırrı Süreyya Önder’in “dipnotu”

İkinci önemli belirsizlik, açıklamanın okunmasının ardından Sırrı Süreyya Önder’in eklediği “dipnot”: “Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” Bu önemli pasajın metnin içinde olmaması gerçeği, “Neyin karşılığında?” sorusuyla veya kent meydanlarındaki, “Ne oldu şimdi?” sessizliğiyle örtüşüyor. Bu boşluk, bir taraftan “pazarlık yok” iddiasıyla, bir tarafıyla da “daha derin bir pazarlık” imasıyla kolayca ilişkilendirilebilir.

Hadisenin net taraflarını dikkate alarak veya muğlak bırakılan yönlerine yaslanarak çıkarımlar yapmak pekala mümkün. Fakat, süreç hem başlangıç noktası hem bugün itibarıyla ilginç bir ritim tutturdu. Özellikle hem Bahçeli’nin hem Öcalan’ın en son söylenecek sözü ilk başta söyleyerek yarattıkları şaşırtıcılık rastlantısal gibi durmuyor. Dolayısıyla, Bahçeli’nin çıkışının etkisini atlatmış olanlar, şimdi de Öcalan’ın aynı yükseklikteki hamlesine tosluyor. “Terörsüz Türkiye” lafını ister demagoji ister siyasi heves diye değerlendirin; süreci, siyasete alan açılması ya da yeniden tanzimi açısından yorumlayın; pozisyon yenilemeyenlerin işi bundan sonra çok daha zor.

Demirtaş’ın söylediği gibi, “Silahı ellerinde tutanlar artık savaşı bitirmeye karar veriyorsa bunun tam olarak neyinden rahatsız,” olunduğunu anlatmak hiç kolay değil. Feshedilmiş bir örgüte iltisaklı olmakla suçlayarak yüzlerce insanı hapse atmak da öyle. Çatışmanın iki tarafında ve üçüncü taraflar üzerinde de kullanılan “silahların—veya şiddetin—vesayeti” çözümsüzlüğü beslerken, siyasetsiz idare etmeyi de fazlasıyla kolaylaştırıyordu. Şimdi bu kestirme yolu, zahmetsiz ezberleri hoyratça kullananlar için yeni zorluklar gündemde. 

Öcalan’ın çağrısı sonucunda yükü daha da artacak olanlar

Sürecin bugün geldiği nokta, herkesi doğrudan etkileyecek ve pozisyonları bir kez daha gözden geçirmeyi gerektirecek yeni bir zemin yaratıyor. Özellikle iki çevre, Öcalan çağrısıyla geçilen bu ikinci eşikten sonra daha büyük baskı altında kalacak. Birincisi, pek çok yorumda işaret edildiği gibi kendi sahasına atılan -bazı değerlendirmelere göre ateşten- topu ayağında tutmak zorunda kalacak iktidar. İkincisi ise kısa vadeli pazarlık imkanları ve yürütücülük rolü edinmiş olmasına rağmen uzun dönemde siyaset imkanları zorlanacak Kürt siyasi hareketi. Şimdiye kadar iktidar, -daha çok Erdoğan- topu rakipte tutarak idare ediyordu ama oyunun aynı taktikle sürmesi kolay değil. Efgan Ala’nın, “Biz sonuca bakarız,” sözünü ısrar niyeti gibi görmek acelecilik olur.

Öcalan’ın Kürt siyasi hareketinin dayandığı üç sütunu “kifayetsiz” ilan etmesi ise Kürt siyasetinin bu kanatların zorunlu ama sıkıntılı ittifakıyla devamını zorlaştırıyor. Zira, Öcalan “anlam bunalımının” kaynaklarını söylerken, yeni bir anlam ve zemin bunalımının da kapılarını açıyor. Kürt milliyetçiliği, sosyalizm ve “kültüralist” çözümleri dışarda bırakacak hazır bir siyasi program olmadığı gibi yepyeni bir siyasi hat kurmak ve örgütlemek—üstelik mevcut sürecin içindeki göreve paralel olarak bunu yapmak—çok ağır  bir mesai. Açılacağı varsayılan siyasi alanda neyin siyaseti yapılacak?

Şu anda aktif halde olmasa bile çatışma atmosferinin, savaş ve darbe dinamiğinin tasallutundan kurtulmak, küçümsenmeyecek bir gelişme. Teorik olarak bu baskıdan azade olmanın hafifliği, siyasi alanı genişletebilir. Ancak bu imkan ve ihtimali, otomatik bir sonuç gibi durmuyor. Nitekim bir zamanlar “askeri vesayetin” kalkmasının, siyaseti özgürleştireceği iddiasının doğrulanmaması gibi. Türkiye’de uzunca bir dönemdir siyaset, “hızlı sonuç alma” ile ihtimal ve imkanların aşırı abartılması üzerine kurulmuş dengesiz bir pragmatizme esir düştü. Mesafe almayı kolaylaştırıyor gibi görünen sabit ucu olmayan rasyonalizm, kırılganlığı da çok artırıyor. Süreç de hem destekçileri hem köstekçileri için bu açıdan çok verimli.

Diğer bir nokta, (fazlası var ama) en azından yüz yıllık karmaşık bir sorunun, A4 sayfasındaki metinle son bulmasının beklemenin saçmalığı. Elbette bu metin, içerdikleri ve hiç değinmedikleriyle, net olduğu ve bulanık bıraktıklarıyla, geçmişiyle ve geleceğiyle geniş bir bağlamda değerlendirilmeli. Ancak sadece Kürt sorunu nu dikkate alan “geniş okumanın” yetersiz kaldığını görmek gerek. Çünkü bu sürecin oturtulacağı bağlam, dünya, bölge ve Türkiye’nin hangi zeminin üzerinde ve hangi yöne doğru ilerlediğiyle birlikte düşünülmek zorunda. “Varlığı zorla sonu erdirilmemiş” olanın “gönüllü olarak” kendini feshetmesine neden olan küresel ve tarihsel koşullar, bugün olup biteni değerlendirilirken de dikkate alınmak zorunda. Bu kısmın da hala epey bulanık.