Zor ve kolay: İmamoğlu’nun adaylığı

CHP yakında, ön seçimden sonra Ekrem İmamoğlu’nu CB adayı olarak açıklayacak. Buna eskilerin tabiriyle ‘malumu ilam’ (‘ilan’ değil) denir. İmamoğlu’nun zaten belirginlik kazanmış, öne çıkmış adaylığı şimdi demokratik bir meşruiyet zeminine oturacak. Önümüzde uzun, sıcak, yorucu bir dönem var. 

Erken adaylık olgusu ve politik kısıtlamalar...

İmamoğlu’nun adaylığını açıklamanın erken veya geç olduğu yolundaki tartışmaya girmek o kadar anlamlı değil. Siyasetin deterministik bir yanı var, olan olmuştur. Siyaset yorumcusuna düşen a posteriori, olguları yaşandıktan sonra değerlendirmektir. Siyaset biliminin tarihçilikle kesiştiği nokta budur.Bu defa da de facto realite hatta olgu İmamoğlu’nun adaylığıdır. Bu adaylığı bugünden ilan etmenin doğru mu yanlış mı olduğunu zamanla göreceğiz. Siyaset bilimi açısından mutlaka bir şey yapmak gerekiyorsa, elimizde anketler dışında bir araç bulunmuyor. Anketler yapılır, ortaya çıkan duruma göre karar verilir diyeceğim ama işte ok yaydan çıktı. Şimdi meselenin diğer çehrelerine bakmak gerekir.

Buraya bir günde gelinmedi. Son CB seçimlerinin ertesi gün yaptığı ‘değişim’ açıklamadan başlayarak, İmamoğlu bugüne değin kendi politik kariyerini adım adım ve başarıyla kurdu. Önce Kılıçdaroğlu’nu, o değişim tanımının gereği olarak, devre dışı bıraktı, ardından kendisine hiçbir şekilde rakip olamayacak Özel’in GB seçilmesini sağladı. Şimdi de fiili adaylığını hukuki ve siyasi bir meşruiyet zeminine oturtuyor. Girişimin erken veya geç olması gibi spekülasyonlara artık gerek yok. Yok, çünkü, İmamoğlu, parti bileşimi bakımından güç durumunu rahatlatmak istiyor.

İmamoğlu’nun İstanbul Belediye Başkanlığını terk ederek CHP’nin başına geçmesi ve doğrudan siyasi mücadeleye muhalefet lideri olarak girmesi en doğrusu olur. Fakat o pozisyonun taktik nedenler uygulanması imkansızdır. İB Başkanlığı CHP genel başkanlığından olanaklar bakımından daha büyüktür. O kadar ki, Erdoğan, Başbakanlığında da şimdi Cumhurbaşkanlığında da İB Başkanlığını tek bir an olsun ne unutmuş ne ihmal etmiştir. Tersine, İstanbul’u elde etmek için var gücüyle mücadele etmiştir. İmamoğlu da mücadelesini Belediye Başkanlığını bırakmadan sürdürme çabasındadır. 

Ama siyaseten mevcut konumunun kendisine getirdiği güçlüğün farkındadır. Yaptığı her açıklamada, politik olarak attığı her adımda toplum kendisine o hamleyi hangi siyasi meşruiyetle yaptığını sormaktadır. Makro siyasetle uğraşmak, makro muhalefet yapmak muhalefet partisinin liderine verilmiş bir yetkidir. Ne yaparsa yapsın, Belediye Başkanı İmamoğlu’nun üstüne Genel başkanın gölgesi düşecektir. CB adayı olmak Genel Başkanı aşmanın en önemli yoludur. İmamoğlu bu kısıtlama içinde siyasi meşruiyet kazanmak maksadıyla şimdi ön seçime girerek adaylığını parti kararı haline getirmeye çalışmaktadır. Bu hamle demokratik kurgu bakımından önemlidir. 

Yine de bir noktaya dikkat çekmek gerekir. Benzeri bir durum 2007 yılında Erdoğan-Gül arasında yaşanmıştır. O tarihte yaptığım analizlerde Erdoğan’ın kesinlikle aday olmayacağını belirtmiş ve iddia etmiştir. Analizim sınıfsal bir temele oturuyordu. İstanbul sermayesine o tarihte daha yakın Erdoğan’a karşı, Anadolu sermayesinin temsilcisi olan Gül’ün daha şanslı olduğunu belirtmiştim. AKP, o tarihlerde bir Anadolu hamlesiydi. Nitekim öyle de oldu. (Bu görüşlerimi ABD’deki Brooking Enstitüsü’ndeki bir toplantıda açıklamıştım. İlgilenenler şu linkten erişebilir: https://www.brookings.edu/events/filling-ataturks-chair-turkey-picks-a-president/)

O gelişmede bir neden daha vardı. Erdoğan, belirttiğim gerekçenin gücüne karşı koyamıyordu ama icranın başında kalmanın kendi fırsatları bakımından daha önemli olduğunu düşünüyordu. Öyle oldu. Erdoğan, icrayı kullanmak suretiyle kendi kariyerini inşa etti. Bugün, CHP’nin İmamoğlu’nu CB makamına itmesinin altında bu nedenin de bir faktör olarak yer aldığını unutmamak gerekir. Ama arada bir fark var. CB makamının işlevi aradan geçen zamanda çok değişmiştir. CB Hükümet Sistemiyle birlikte CB olağanüstü bir işlev kazanmıştır. Şimdi Mansur Yavaş’ın politik kurgularını gözeterek, ‘halkın %67’si parlamenter sistem istiyor’ sözü CHP içinde de İmamoğlu nezdinde de karşılık bulmuyor. İmamoğlu, hiç parlamenter sistem yoklamalarına girişmeden mevcut başkanlık sistemiyle ilerlemek yanlısı olduğunu suskunluğuyla belirtiyor. Dolayısıyla Özel’in eğer İmamoğlu’nu ‘yukarı’ iterek icrayı ve partiyi elinde tutma düşüncesi varsa pek o kadar işlevli bir görüş olmadığını belirtmek gerekir. Yine de İmamoğlu’nun GB olmadan yürüyüşünü başlatmasının doğuracağı ciddi sorunlar olacaktır. 

Bütün bu sorun odaklarına rağmen İmamoğlu’nun toplumsal bir karşılığı var mı sorusunun karşılığı kesin olarak ‘evet’tir. Karşılık doğrudan ve sadece İmamoğlu’na verilmiş değildir. Türkiye’nin 1908’den beri devam eden siyasi tarihinin, ciddi, güçlü, somut bir muhalefete duyduğu ihtiyaçtan ve o muhalefeti daima benimseyip aramasından kaynaklanıyor. 

Adaylığın iki sırrı: ekonomi ve demokrasi...

İmamoğlu’nun girişiminde daha farklı katmanlar da söz konusu. Şöyle bir noktadan başlayayım. Türkiye, bugün bir değişime ihtiyaç duyuyor mu? Cevabı bir çırpıda verilemese de bir değişim talebinin hiç değilse %50 oranında olduğunu insan sezgisiyle hissedebiliyor. Ana mesele değişimin nerede ve nasıl cereyan edeceğidir. Tartışmayı karmaşıklaştıran unsur budur. Siyasal iktidar değişimi siyasal bir karardır. Her siyasi karar bir toplumsal talebe tekabül eder ve ona dayanır. Bugün eğer öyle bir talep varsa, onu, iki ögenin, ekonominin ve demokrasinin hazırladığını söylemek gerekir ki, bu iki faktörün dışında bir üçüncüsünü ben bilmiyorum. Değişim bu platformlarda başlayacaktır.

Bugünün Türkiye’sinde ekonomik değişim beklentisinin demokrasi beklentisinden daha acil olduğunu görmek için bilici olmaya gerek yok. Fakat o talep aktüeldir, yani günceldir, yani konjonktüreldir. İnsanlar son üç yıldır devam eden yüksek enflasyonun getirdiği büyük daralmayı yaşadıkları ve yoksullaştıkları için ekonomik arayışlarını öne çıkarıyor. Yoksa bu talep politik bir ekonomik dönüşüme tekabül etmiyor. Daha açıkçası ekonominin iyileşmesini istemek politik bir değişimi istemek, beklemek olarak görülmüyor. 

O noktada siyaset devreye girer. Ekonomide bugünkü gidişi değiştireceğini söyleyenler ne türden bir ekonomi politikası uygulayacağını da söylemek zorundadır. Eski hamam eski tas anlayışıyla ekonomi değişmez. Daha radikal bir ekonomik dönüşüm önerisini sunanı da ben bugünkü Türkiye’de ne gördüm ne de duydum. Hatta bir adım ileri gideyim. Bildiğim kadarıyla CHP’nin bir gölge ekonomi bakanı var ve bir profesör. Hükümet ekonomi modelini ilk açıkladığında CHP heyeti gidip ilgili kişiden, Mehmet Şimşek’ten, bilgi almıştı. Üstünden şunca zaman geçti. CHP’nin ekonomi danışmanlarından, gölge bakanlarından gelen bir eleştiri, bir yorum, bir değerlendirme bugüne kadar söz konusu olmadı. Bu şartlarda İmamoğlu ekonomik beklentilere nasıl karşılık vereceğini açıklıkla belirtmek zorundadır. Asgari ücret ve emekli maaşıyla geçinenlerin çalışan nüfusun bugünkü oranını meydana getiriyorsa hangi ekonomik dönüşüm programıyla gidişe dur deneceğini açıklaması İmamoğlu’nun önündeki en ciddi meseledir.

İkinci unsur olan demokrasi ise daha zor bir problem. Türkiye’nin demokrasi karnesi sadece tartışmalı tutuklularla sınırlı değildir. Sistemin bizzat kendisinden başlayarak sayısız ve sınırsız bir alana yayılıyor bu problem. Bir ucunda Kavala varsa diğer ucunda Kürt meselesi var. Bir ucunda yargı konuları varsa diğer ucunda yurttaşlık sorunları var. Kim bu problemlere nasıl cevap verecek? İmamoğlu mu bu konuların tamamını aydınlatacak. Gidişat onu gösteriyor. O zaman onun bu planlamayı başlatması gerekir ki, ertelenemeyecek kadar önemli bir sorundan söz ediyoruz. Öyle bir öneri radikal bir dönüşüm demektir. Oysa onu belirten bir işaretten şu an için mahrumuz. Kaldı ki, parlamenter sisteme dönüş gerçekleşecek mi sorusunun masanın üstünde durduğunu belirttim. Türkiye’de demokratik sistemin yeniden bir ferahlama ve genişleme içine girmesinin zorunlu kıldığı politik planlamanın acilen oluşturulması şarttır. 

Bütün bu sorun odaklarına rağmen İmamoğlu’nun toplumsal bir karşılığı var mı sorusunun karşılığı kesin olarak ‘evet’tir. Karşılık doğrudan ve sadece İmamoğlu’na verilmiş değildir. Türkiye’nin 1908’den beri devam eden siyasi tarihinin, ciddi, güçlü, somut bir muhalefete duyduğu ihtiyaçtan ve o muhalefeti daima benimseyip aramasından kaynaklanıyor. Bütün eksiklerine, yetersizliklerine hatta çaresizliğine rağmen, toplum Kılıçdaroğlu’na da aynı nedenle alan açmıştı. Olmadı. Şimdi, İmamoğlu’nun o sınırları aşan daha geniş ve fonksiyonel bir muhalefet anlayışını somutlaştırması gerekir.

Böyle bir siyasal figürün CHP’de bu derecede ağırlık taşımasının çok önemli bir tek nedeni var: CHP’nin kendisine özgü, direndiği, savunduğu bir ideolojisinin bulunmaması. O eksiklik CHP’yi siyasal pragmatizme ve oportünizme itiyor. 

Mansur Yavaş yanlışı...

Daha ileri gitmeden toplumsal karşılık konusunda çok önemli bir noktaya değineyim, bugünkü tartışmaların belkemiğini oluşturan noktaya, Mansur Yavaş konusuna.

MHP kökeninden gelen Ankara Belediye Başkanı, İmamoğlu karşısında CHP adayı olabilirdi. Bir ihtimaldi. Ama çok cılız, çok küçük bir ihtimaldi. İşlemedi. İhtimalin fiil haline gelmesi partinin kararıydı. Olmadı. Öyle bir adaylık ihtimalinin nedeni olarak, Yavaş’ın da toplumda karşılık bulduğu gösteriliyordu. Anketler, görüşün kanıtı olarak sunuluyordu. Ama bu plan tutmadı, Yavaş, ön seçime girmeyecek. Giremezdi de. Asla aday da olamazdı İmamoğlu karşısında. 

Bir kere Yavaş’ın CHP’yle herhangi bir organik bağı yok. Ne siyaset anlayışı, ne siyaset geçmişi, ne siyaset vizyonu CHP ile kesişiyor. Yavaş, seçim kazanma çabasıyla ve bana kalırsa son derecede yanlış ve sekter hatta oportünist bir kararla CHP’nin adayı yapıldı. Bugün anketlerde karşılaştığı sonuç, mevcut durumunun getirdiği bir sonuçtur. CHP’den ayrılması halinde herhangi bir siyasal etkinliğinin olması akla, hayale bile gelemez. Eski MHP’li olarak belki sadece artık ismi var cismi yok partilerden bir miktar oy alabilir. Tek başına adaylığı söz konusu bile değildir. Bunu çok iyi bildiği için, Yavaş sadece ipi germekle yetiniyor. CHP’den kopması kendisinden başka kimseye zarar vermez. 

CHP’nin tarihi kopuşlara rağmen büyümesinin tarihidir. Tüm büyük partiler için gerçek budur. En dramatik ayrılıklardan birisi 1972’de Ecevit’in GB seçilmesinden sonra Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarının partiden kopuşudur. Ama o tarihte Feyzioğlu’nun arkasında 15 yıllık fiili CHP’lilik vardı. Öncesinde de CHP’ye başka düzeylerde katkı vermişti. Hiçbir siyasal, demokratik vizyonu olmayan, hiçbir siyasal varlığı bulunmayan Mansur Yavaş, CHP’den koparsa ne olur? Cevap büyük bir hiçtir. Gerçekten de bugüne değin onca etkili bir makamda bulunmasına ve adı etrafında bunca spekülasyon yapılmasına rağmen Yavaş’ın tek marifeti hiçbir şey söylememek olmuştur. Başka bir fiil ortaya koymamıştır.

Böyle bir siyasal figürün CHP’de bu derecede ağırlık taşımasının çok önemli bir tek nedeni var: CHP’nin kendisine özgü, direndiği, savunduğu bir ideolojisinin bulunmaması. O eksiklik CHP’yi siyasal pragmatizme ve oportünizme itiyor. CHP, devşirebildiği kadar oy devşirmeyi siyaset yapmak açısından yeterli görüyor. Modelin bir de bileşkesi var: Erdoğan karşıtlığı. CHP, kendisine bir ideoloji geliştirmekten ve bin bir sorunla boğuşan şu kitleleri o ideoloji etrafında birleştirmekten ziyade bu subjektif olgu etrafında siyaset yapmayı yeterli görüyor. CHP, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu 2015 seçimlerinde aynı düşünceyle aday gösterdi. Aynı gerekçeyle kendisini o felakete mahkum etti. CHP tarihinde Bülent Ecevit, 1977’de AP’den 12 kişiyi ayartarak kurduğu kabineyi sonradan hayatının en büyük yanlışı olarak ifade etti. İhsanoğlu vakası CHP tarihinin ikinci ve Ecevit’in faşizm geliyor korkusuyla yaptığı hatanın kat kat ilerisindedir. O yanlışı Kılıçdaroğlu yaptı. Daha da beteri, o seçimlerde CHP, MHP ile birlikte hareket ediyordu. 

Bütün bunlardan sonra Mansur Yavaş’ın İmamoğlu karşısında önem taşıyan bir aday olmadığını, hatta aday da olmadığını belirteyim. Yavaş’ın adaylığı sadece yaptığı politikayla sınırlıdır ki, o da fazla bir anlam ve işlev taşımıyor. 

AKP’nin elinde olan çevrelerin de oyunu gereksiniyorsa İmamoğlu, ki öyle, o takdirde adaylığını Erdoğan karşıtlığına sıkışmaktan kurtarması gerekiyor. Hemen belirteyim: Erdoğan karşıtlığı bir cephedir. Türkiye cepheleri sevmez. 

Erdoğan karşıtı cephe ve İmamoğlu

Yavaş’a dönük teveccüh, onun partiyle bütünleştirilmesinin saiki olan Erdoğan Karşıtlığı İmamoğlu’nu doğrudan etkileyen, hatta hareket hattını tayin eden bir husus. İmamoğlu, tüm Türkiye’den oy almazsa CB seçilmesi hayaldir. Tüm Türkiye denebilecek bir kitle ise bugün CHP’nin elinde bulunuyor. Daha önce birçok yazıda belirttiğim gibi, Büyük L dediğim, Türkiye’nin her bakımdan en varsıl kesimi olan Çanakkale’den Muğla’ya, Muğla’dan Hatay’a kadar olan Büyük L’de yer alan kentlerin belediyeleri eksiksiz şekilde CHP tarafından yönetiliyor. Bu kentler içeri doğru yayılıyor ve Kırıkkale’ye kadar varıyor. Neredeyse Türkiye haritasının %45’i CHP’de bulunuyor. Bu kesim İmamoğlu’nu destekleyecek ve bu kesimin bugün Türkiye’nin ikinci zengin kent kümesini meydana getiren AKP kitlesiyle mukayese edilmeyecek bir büyüklükte olduğu muhakkaktır. Sadece İstanbul’u, İzmir’i, Antalya’yı düşünmek yeter.

Buna rağmen AKP’nin elinde olan çevrelerin de oyunu gereksiniyorsa İmamoğlu, ki öyle, o takdirde adaylığını Erdoğan karşıtlığına sıkışmaktan kurtarması gerekiyor. Hemen belirteyim: Erdoğan karşıtlığı bir cephedir. Türkiye cepheleri sevmez. 1950’lerin sonunda Vatan Cephesi, 1970’lerin ortasında Milliyetçi Cephe, bir tür cephe olan 6’lı Masa bu nitelikleriyle kayboldu gitti. İmamoğlu’nun da politik karakterini oluşturan bileşenler itibariyle farklı, çok daha geniş bir taban hazırlama zorunluluğu var. olacaksa Türkiye Cephesini savunmak ve kazanmak zorundadır İmamoğlu.

Türkiye, sözleşmesi olmayan, bulunmayan bir ülkedir. Anayasa doğrudan bir toplum sözleşmesi anlamına gelmez. Daha ziyade bir oydaşma veya uzlaşmadır. Bugün yaşadığımız toplum geriliminin, kutuplaşmanın altında yatan neden öncelikle sözleşmesizliktir.

Türkiye vizyonu, toplum sözleşmesi...

O tabanı sağlamanın en önemli aracı Türkiye vizyonu olacaktır. İmamoğlu, Beylikdüzü Belediye Başkanlığından İBB’ye geldi. Erdoğan’ın seçim iptal etme şeklindeki çok vahim hatasını çok yerinde kullandı. İstanbul’u bizzat mesele edinmiş Erdoğan’ı sandıkta yendikçe yendi. Ama İstanbul zaten Erdoğan’a oy vermeyen bir kent, son dönemlerde. İmamoğlu elindeki fırsatı harcamadı. Aksine, başarısının üstüne binerek sörfüne başladı. Buna rağmen İmamoğlu toplumda siyasal yönetici olarak kendisini konumlandırmak ve tanımlamak zorunda bugün. Türkiye’nin illerine gidip ne anlatacak, İstanbul’da yaptığı metroları mı anlatacak, yoksa restore ettiği binaları mı? İstanbul da olsa bir belediye başkanı daima yereldir. 

Bu koşullarda Ekrem İmamoğlu’nun hiç zaman yitirmeden kendisine Türkiye’nin kabul edeceği bir vizyon, bir plan, bir model hazırlaması gerekiyor. O vizyonu ortaya çıkarmanın kolay olmadığını belirteyim. Türkiye siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda hem çok önemli işler gerçekleştiriyor hem de büyük sorunlar, kısıtlamalar ve çelişkiler yaşıyor. Neyse o kısıtlamalar, İmamoğlu’nun inandırıcı bir planlamayla irdelemesi gerek. Siyasal popülizmin zehrine müptela olmuş bir ülkede, kendisi de bir ölçüde o kaynaktan beslenen İmamoğlu’nun ciddi, sıkıcı ve zorlayıcı önlemler geliştirmesi kolay iş değildir. Fakat, başarabilmesi için çok yararlı bir anahtar var, hiç kullanılmamış ama önünde duruyor: toplum sözleşmesi, onun getireceği toplum barışı.

Türkiye, sözleşmesi olmayan, bulunmayan bir ülkedir. Anayasa doğrudan bir toplum sözleşmesi anlamına gelmez. Daha ziyade bir oydaşma veya uzlaşmadır. Türkiye’deki anayasalar o nitelikleri dahi taşımaz. Hepsi darbelerin tesiri altında, tam tersine, mevcut tüm toplum sözleşmelerini bozmak ve belli çıkar gruplarını güçlendirmekle ilişkilidir. Bugün yaşadığımız toplum geriliminin, kutuplaşmanın altında yatan neden öncelikle sözleşmesizliktir. 

Sözleşmenin olması için çok daha farklı toplum ilişkilerinin mevcudiyetine ihtiyaç duyulur. Bir dönemin çok kötülenen feodalitesi olmasaydı, Avrupa,toplum sözleşmesinin kaynağı olamazdı. Türkiye ise ne Osmanlı döneminde ne Cumhuriyet döneminde sınıf farklılığını kabul etmiştir. Sınıf farkının olmadığı,‘kaynaşmış kitlenin’ bulunduğu yerde sözleşme vücut bulmaz. Ruh, hiç bulmaz. Sözleşmenin olmaması demokrasinin bir eksiğidir, kusurudur. Hatta demokrasinin bulunmadığı anlamına gelir sözleşme eksikliği. Kısacası, Türkiye’de, öyle başkanlık sistemine gelmeden çok öncesinden başlayan bir demokrasi sorunu var.

Demokrasinin sorunları demek, işin ve aşın olmaması demektir. İmamoğlu’nun asıl vurgulaması gereken noktadan söz ediyoruz. AKP’nin son 30 yılda elinde tuttuğu kadrolarla arasında çok farklı düzeylerde işleyen hayli karmaşık bir ilişki ağı vardır. O kitleleri bugünkü siyasal tabandan söküp almak hayli devrimci bir uğraştır. İmamoğlu’nun o insanlara, tıpkı 1970’lerde olduğu gibi, kendi, öz gerçeklerini anlatıp, ayağı yere basan bir gelecek hayali kurdurması gerekiyor. Kapsamlı, geniş kesilmiş, güçlü dokunup örülmüş bir programatik yaklaşımdan söz ediyoruz. o programın belkemiği bir toplum sözleşmesi, Türkiye vizyonu ve demokrasi tanımıdır. 

İmamoğlu’nun bir Türkiye vizyonu ve toplum sözleşmesi geliştirirken ana dayanağını sosyal demokrasi anlayışı oluşturmak zorundadır. İmamoğlu’nun sosyal ve demokratik bir Türkiye vizyonunu söz konusu etmeyerek yeni bir model geliştirmesi söz konusu olamaz.

Demokrasiden sosyal demokrasiye

Demokrasinin sözünü etmek kolaydır ama demokrasinin biçim şartlarını aşacak şekilde, hele Türkiye gibi sosyal hareketliliği çok güçlü bir toplumda, somutlaştırılması çok zordur. Bugün dünyanın en güçlü tarihine sahip demokrasileri de çok ciddi sorunlar yaşıyor. Nedeni, başka yazılarda da belirttiğim üzere, neo-liberal ekonomilerin bir seçeneksizlik olarak sunulmasıdır. Neo-liberal ekonomiler liberalizm anlamı taşımaz. Ondan çok farklı bir model ve uygulamadır. Esasını, özünü Yeni Sağ politikalar meydana getirir. İçe dönük, daralmacı, otokrasiye ve otarşiye dönük Yeni Sağ politikalar bugün Avrupa’yı sarıp sarmalayan ırkçı, radikal sağ siyasetlerin özüdür.

Türkiye’nin birçok açıdan Batı’yla mukayese edilmeyecek kadar sosyal olan devlet mekanizmasında ve demokrasisinde yaşadığı sorun da budur. Hele liberalizmi hiç mi hiç yaşamamış bir ülkede neo-liberal, Yeni Sağ politikaların etkisi daha da güçlü olacaktı, oldu. Gerek Batı’nın gerekse Türkiye’nin bugünkü açmazlarla, çıkmazlarla karşılaşmasının altından yatan ikinci büyük neden sol alternatifin ortadan kalkmasıdır. Bütün partiler birbirinin aynı olmuştur ve tamamı neo-liberal bir kökten beslenmektedir. Bu şartlarda demokrasinin ciddi bir bunalım yaşaması kaçınılmazdır. 

Şimdi İmamoğlu’nun bir Türkiye vizyonu ve toplum sözleşmesi geliştirirken ana dayanağını sosyal demokrasi anlayışı oluşturmak zorundadır. İmamoğlu’nun sosyal ve demokratik bir Türkiye vizyonunu söz konusu etmeyerek yeni bir model geliştirmesi söz konusu olamaz. Başka bir yazımda ele alacağım gibi eğer sosyal demokrasi kavramı yeterince açıklayıcı olmuyorsa (ki, o aklın almayacağı bir yorumdur) o takdir demokrasi sosyalkavramına geçilsin. Kısacası toplumsalı olmayan ne bir demokrasi olabilir ne de demokrasisi olmayan bir sosyal. Bu iki kavramın bileşimi ve bireşimi (sentezi) ise yeni bir toplum sözleşmesidir. O yeni toplum sözleşmesi de eğer yeni toplumsal unsurları, yeni sosyolojileri içermeyecekse daha ileri götüren bir adım atılamaz. 

İmamoğlu’nun elinde toplumu daha doğrusu anlaşılması biraz daha zor bir kavram olsa bile toplumsalı dönüştürmek için güçlü bir fırsat ve zemin bulunuyor. Daha önce söyledim, tekrarlayayım: Kem AKP’nin 25 yıla, çeyrek yüzyıla yakın süredir devam eden iktidarı çok karmaşık bir toplum mekanizmasını kurmaya ve yönetmeye dayanıyor hem de Türkiye bir yandan ağır sorunları bulunsa bile çok önemli başarıları da elde eden bir ülke. İmamoğlu’nun başarısını ancak bu vektörleri kullanarak gerçekleştireceği bir sentez sağlayacaktır. 

Fizik, matematikten önce gelir...