Demokrasiden uzaklaşarak barışa varmak olası değil

Türkiye’de demokrasi ve barış ilişkisi

Sonu baştan belli biricik veya tek bir senaryonun oyuncuları değiliz. Senaryoyu yazarken eş anlı oynayan biziz. Cumhuriyetin en azından kağıt üzerinde eşit yurttaşlarıyız-ki bu kadarı bile küçümsenmemeli.

Ortak kaderimiz üzerine konuşuyoruz; ortak vatanımızda nasıl insan gibi, yan yana değil ama bir arada ve iç içe yaşayacağımızı tartışıyoruz. Kendi hür iradelerimizle ve aklımız erdiğince sözümüzle, oyumuzla, ilgimizle -veya ilgisizliğimizle de- kendi adımıza katkımızı ya da eleştirimizi yapmaya çabalıyoruz.

Savaş durumunda değiliz. Yurt içinde bir çatışma da yok. Öyleyse “barış” bir mecaz. Nitekim buna “toplumsal barış” da deniliyor. Ancak bu iki kavramın, aynıymış gibi birbirinin yerine kullanılması doğru değil.

Benzer biçimde sorunun “ister kırk, ister yüz yıldır” süre-gittiğini belirtenlerin, ilkiyle ikincisi arasındaki farkın ya bilincinde olmadıkları ya kötü niyetli oldukları kanısındayım. Çünkü ikinci iddia, “laik cumhuriyeti paranteze almak” hedefinde Kürtçülerle İslamcıların işbirliğini anlatıyor, asıl sorunun bizatihi laik cumhuriyet olduğunu ima ediyor. Herhalde buradan demokrasiye varılacağı iddia edilemez.      

Muhayyel bir barışın sunağında ne demokrasi ne cumhuriyet kurban edilebilir. Oysa varılacak yer olarak gösterilen “barış” ile “yeni paradigma” terimleri de yine benzer biçimde birbirinin yerine kullanılıyor. Bu yaklaşımda da, içi doldurulmayan ikinci önerme “yeni cumhuriyet” anlamına geliyor. Cumhuriyeti baştan kurmak işine de Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan’la girişmek için herhalde “temkinli iyimserliğin” epey ötesinde bir duygu gerekeceği yeterince açık.  

İspanya örneği ve Türkiye’de demokrasi ve barış süreçlerine yansımaları

Demokrasiler de terörle mücadele eder. Hatta, özellikle demokrasiler terörle mücadele eder. Günümüz Türkiyesindeyse muhalefet etmek, terör; seçimle yönetimi değiştirmeye çalışmak darbe girişimi addediliyor. Daha düz ifadeyle, siyaset suç sayılıyor. Demokrasiden söz edilemeyen yerde mücadele edilen terörün bitmesinin o ceberut yönetimin kendiliğinden demokrasiye geçmesine olanak veya zemin yaratacağı ise bir varsayım, bir olasılık veya bir umuttan ibaret.

Daha önce pek çok kez atıf yaptığım İspanya örneğinde, Franco’nun ölümünün ardından sağcı Suarez başbakanlığında 1975-82 arasında yürütülen demokratikleşme süreci, son perdede darbe girişimi de atlatılarak (anayasaya yazılmayan) “özerklikler devleti” uzlaşısına evrilmişti. İç Savaş ve Franco dönemi üzerineyse bilinçli bir “unutuş” perdesi örtülmüştü. Anlatının devamında, Suarez’in indirilmesiyle başbakan olan sosyalist Gonzalez ise, ayrılıkçı Bask örgüt ETA ile “devleti rutin dışına çıkaran” GAL’ı kurdurarak mücadeleyi yeğlemişti.  

Adı üzerinde “siyasal” denilen çözümler doğaları gereği hiçbir zaman mükemmel veya ideal olamaz. Tarihsel, demografik, coğrafi, idari tüm talepleri tüm taraflar aynı anda bir arada kabul edemez. Yeterli olan, taraflar arasında o tarafların görülebilir gelecekte birbirleriyle yeniden boğazlaşmamasını sağlayacak asgari ve gerçekçi koşulların sağlanmasıdır.

Suriye meselesi çözüm sürecini nasıl şekillendiriyor?

Irak örneğinde biz bu gerçeği gözardı etmiştik. “Biz ne diyorsak o, yoksa her şey geçersiz,” demiştik. Ne denli zaman, kaynak, emek kaybettiğimiz ve nereden nereye geldiğimiz ortada. Üstelik saplantılı Kürt ayrılıkçılığı önceliği, veya terörle mücadele gerekçesi, bize Soğuk Savaş’ın bitmesiyle açılan fırsatlar dönemini ıskalatmıştı. Körfez Savaşı’nın başlaması, bizim için Soğuk Savaş’ın bitmesinden daha önemli sayıldı.

Bu defa da demokrasiye geçmekten kaçınma gerekçemiz on yıllar alacağı ve nereye varacağı belli olmayan Suriye’nin ülkeleşmesi sürecine kendimizi bağlamak olmamalı. Suriye dosyasında adeta tatlı tarif eder gibi dilekler listesi yapmak, bir strateji değil. Arzular, umutlar, varsayımlar akılcı ve gerçekçi bir stratejinin, bir yol haritasının yapıtaşları olmaz.

Doğru politikalar, gerçekler üzerinde kurgulanır. Politikalar tutarlı bir bütün oluşturmak zorundadır. Oysa kundurasına toprak değmemiş bilmişler, Suriye konusunda “şöyle olacak böyle olacak” diye ahkam kesiyor. Kundurasına toprak değenler de ne idüğü belirsiz bir ideolojik körlükle hareket ediyor.

Ayağa kalkmak bir yana Suriye önce belini nasıl doğrultacak? O kapasite hangi vadede ve nasıl var edilecek? Bunu yapmak neden bizim başat meselemiz olmalı? Suriye tarihinde ilk kez Şam’da tümüyle Türkiye’ye müzahir bir yönetim bulunması önemli bir kazanç. Teröristlerle milislerin ayrışması, milislerin birleşip orduya dönüşmesi, laiklerle cihatçıların ortak zeminde uzlaşması, tüm etnisitelerin kendilerini öz yurtlarında hissedebilmeleri, muazzam altyapı yatırımları yapılması, yolsuzluk ve haracın sona ermesi vb. diye uzayıp giden bir liste var.  

CHP’nin yapması gerekenler

Demokrasilerde bir çimdik hukuksuzluk, aldığı kadar yolsuzluk, bir miktar şiddet, yeri geldiğinde devletin rutin dışına çıkması gibi seçenekler yok. Dolayısıyla, “Siyasal çözümler doğaları gereği mükemmel değildir,” derken balçık zemine gökdelen inşa etmekten söz etmiyoruz. Onun için, “15 Şubat’ta Öcalan’a bir açıklama yaptırılacak da bakın görün ondan sonra ülkede iklim nasıl değişecek,” yollu iddialarda bulunmak aymazlığın ötesinde bir patolojiye işaret ediyor.

Buradan oraya bu kafayla yol gidilmez. Akrebi sırtında taşıyan kurbağa derenin karşı yakasına varamaz. Kurbağanın karşı yakaya varabilmesi için mutlaka akrebi sırtına alması gibi bir zorunluluk da olmaz. Aslında kurbağalar ile akrepler aynı yuvayı da paylaşamazlar. Kurbağaların cumhuriyetinde akreplere yer verilmez. Akrepler ise zaten cumhuriyet kuramazlar. Kendini akrep sanan kurbağa, kurbağa görünümlü akrep de düzeni içinden yozlaştırır.

Erdoğan, DEM’i CHP’den ayırdı. CHP muhalefette yalnız kaldı. Kürt meselesinin çözümü konusu da cumhuriyetin demokratikleşmesi meselesinin dışına taşındı. Ancak siyaset hem ıslık çalıp hem merdiven inmeyi becerebilmekte. CHP, Kürt yurttaşlara gerçek çözümün demokratikleşme olduğunu, bu çözümün kapsamını temellendirerek anlatabilmeli. Daha önce de birkaç kez önerdiğim üzere, istenirse Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Sözleşmesi, TMK’da terör suçu tanımının AB müktesebatıyla uyumlu kılınması, AİHM ve AYM kararlarının derhal uygunlanması gibi somut önerilerle işe başlanabilir.

Herhalde bu alanda adım atılmasına yönelik çekince CHP’nin birliğinin korunması olsa gerek. Onun da çözümü İmamoğlu’nun adaylığı. Adaylığın açıklanması ve varılacak hedefin CHP’nin kazanması değil ama İmamoğlu’nun başkan seçtirilmesi olarak yeniden belirlenmesiyle bu gerilim aşılmış olur. Dolayısıyla terazinin bir kefesine İmamoğlu’nun adaylığı ve adaylık kampanyası konulduğunda, diğer kefeye konacak parti, program, teşkilattan ağır basar.    

CHP, Suriye, Irak ve İran’ı topluca ele alan yeni bir ulusal güvenlik kavrayışını ortaya koyabilir. Keza, tutarlı bir dış politika alternatifine programında yer verebilir. “Ortada çözülecek bir Türkiye Cumhuriyeti sorunu yok” gibi alternatif bir büyük anlatı da kurabilir. Bunun yanı sıra, Türkiye’de otoriter rejimin güçlenmesi ve iktidarın demokratik yollardan halen el değiştirip değiştiremeyeceği gibi sorunlar da var.

Kürt meselesi ve Cumhuriyet’in geleceği

Türkiye Cumhuriyeti biziz, hepimiziz. Kimlikçilik, cumhuriyet yurttaşlığı için tek yol, yordam değil. Bizim yolumuz özgün olmak zorunda. Tek adam rejiminin karanlığından çıkarken, birdenbire mükemmel bir yere varacak değiliz. Ama doğru yönde ilerlediğimizden her an ve hepimiz emin olmak zorundayız. Herkesin kendi katacağı süt damlasını içinde barındıran bir kahve dolu fincanımız olmalı. İdeal sütlü kahve rengini ve lezzetini böyle bulabileceğiz.

Cumhuriyet kendini korumak adına Kürt meselesini siyaset alanından güvenlik alanına iteklemişti. Buna karşılık Soğuk Savaş ve onun “isyan bastırma” doktrini geçmişte kaldı. Bugün bu yanlış başka yanlışla düzeltilemez. Hasta, öldürülerek iyileştirilemez. Ayrıca ne cumhuriyet mantar bir rejim ne de Türkiye gecekondu bir ülke. Buranın yurttaşları, bu cumhuriyetin paydaşları olarak derin bir ortak tarihe, zengin bir ortak siyaset birikimine sahibiz.

Ocak başındaki yazımda, “Öcalan ise İmralı’daki hücresinde gerçek ‘saatlerin efendisinin’ kendi olduğu zannına kapılırsa, korkarım akıbet niyeti karşılamaz,” iddiasını paylaşmıştım. Adına “süreç” denilen ama sahiplerinin özenle süreç olmadığını söyledikleri güncel girişim de saatlerin efendisinin kim olduğu çekişmesine kilitlenmişe benzer.

Özetle-sormazsınız ama-bana sorarsanız, Öcalan ile Erdoğan/Bahçeli arasına sıkışmış bir süreçten Türkiye’de ne barış ne demokrasi çıkar. “Barış” denilerek murat edilen o “şey” de demokrasiye varmanın kaldıracı olmaz.