FETÖ’nün bıraktığı yerden devam

Dizi sektörüne yönelik saldırıların ardından ne olduğunu anlamak için meseleye biraz geniş açıdan bakmak ve sosyal medyadaki “FETÖ artıklarını” izlemek gerekiyor.

Ayşe Barım’a yönelik soruşturma üzerinden konuyu okumaya çalışmak gerçek amacı anlamak için yetersiz kalabilir.

Bunu anlamak için, sosyal medya üzerinden başlatılmaya çalışılan operasyonları okumak yeterli.

Türkiye’nin giderek daha fazla pazar payı bulan ve 2025’te ihracatı 1 milyar doları aşması beklenen yapımcılık sektörü, Türkiye’nin kültürel etkisini arttırması ve parasal getirisinin ötesinde bir “influencer” etkisi yaratması ile Batı’nın özellikle de ABD’nin hoşuna giden bir şey değil.

Hatırlayacaksınız, FETÖ’nün güçlü olduğu dönemlerde dizi sektörünün en önemli firmalarına yönelik peş peşe operasyonlar yapılmış, bir yandan da rating ölçüm mekanizmaları ile oynanarak, ihracat şansı olan dizilerin rating almasını engelleyecek bir kumpas kurulmuştu.

Buna rağmen ayakta kalmayı başaran birkaç yapım şirketine de yargı yoluyla müdahale edilmeye çalışılmıştı.

Şimdi bu oyun yeniden tezgahlanmaya başlanmış gibi duruyor.

Yalan yanlış bilgiler ve bu yalanlara dayanarak yapılan yönlendirmelerle bu sektör tam da ABD’nin istediği gibi yaralanmaya çalışılıyor.

Sosyal medyadaki geçmişin FETÖ bağlantılı hesapları saldırıyı başlattılar bile.

Öncelikle dizi sektörü ile alakası olmayan ama muhalif politikacılarla ilişkileri bilinen kimi isimler sanki sektörün oyuncusu imiş gibi gösteriliyor ve yapılacak operasyona siyasi destek sağlanmaya çalışılıyor.

Sonrasında bu kişiler, hiçbir bağlantıları olmayan yapımcılarla ilişkiliymiş gibi gösterilmeye çalışılıyor.

Yetmiyor, yıllarca Ayşe Barım’ın temsil ettiği oyuncularla hiç iş yapmamış olan kimi yapımcılar, Ayşe Barım’a yüklenmeye çalışılan suçların ortağı imiş gibi gösteriliyor.

Sektördeki payı yüzde 5, sektörün ihracatındaki payı yüzde 10’u bulmayan kimi yapım şirketleri sanki sektörün tamamına hakimmiş gibi gösteriliyor.

Olmayan bir şaibe yaratılıyor.

Sonrasında bürokrasideki FETÖ kalıntıları bu yalanlara dayanarak harekete geçiyor.

Ve hemen ardından yargıda bir türlü temizlenemeyen FETÖ’cüler devreye sokuluyor ve “kilo başına ihracatta” Türkiye’nin en kârlı sektörü ve Türk kültürünün evrensel tanıtım mekanizması durdurulmaya çalışılıyor.

Bugün başlatılan bu “cadı avı” aslında FETÖ’nün başlatıp bitiremediği bir operasyonun yeniden devreye alınmasıdır.

Ve Paralel Devlet Yapılanması’nın terörünün canlandığının işaretidir.

Suni gündeme yağ sürmek 

Ekrem İmamoğlu’nun yargının siyaset üzerinde nasıl hakimiyet kurmaya çalıştığı ile ilgili olarak sunduğu çok önemli bilgiler ve deliller, ne yazık ki bir ismin gereğinden fazla öne çıkarılması ile kaynadı gitti.

Bazen dostun aptalı düşmandan daha fazla zarar verir derler ya, tam da öyle oldu galiba.

Bilirkişi S.B. üzerine o kadar odaklanıldı ve mesele o “seksi” isim üzerinden ele alındı ki, zannedersin sorun o iki harfte, S.B.’de.

Oysa sorun o isimde değil.

Sorun sistemde.

S.B. olmasa, başka bir bilirkişi olmayacak mıydı!

Başharfleri S.B. değil de M.T. olsa idi hukuk doğru mu işleyecekti!

Ama hep aynı yanlışa düşüyor bu toplum ya da düşürülüyor.

Yangın sonrasında Turizm Bakanı’nı hedef alıyoruz.

Sorun Turizm Bakanı’nda mı yoksa sistemde mi!

Bakan başkası olsa o yangın olmayacak mıydı!

Ayrı şekilde İmamoğlu davaları ve açıklamaları sonrası S.B. hedefte.

Bilirkişi S.B. değil de A.B. olsa sonuç başka mı olacaktı!

Sorunun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde olduğunu söylemeyip, sorunu bakan olarak göstermek ne kadar yanlış bir tutumsa, muhalif belediyelere yönelik davalarda sorunu S.B. imiş gibi gösterip, esas sorunun güçler ayrılığı sistemine bağlı olmayan bir demokrasi olamayacağını unutmak da aynı derecede yanlış.

Ve işte sonucu.

Ekrem İmamoğlu’nun açıklamalarının etkisi daha o gece ortadan kalktı.

O günün akşamından beri bu davaları konuşacağımıza önce birkaç saat S.B.’yi ve hemen arkasından da gözaltına alınan gazetecileri, tutuklanan gazetecileri konuşmaya başladık.

Konu gerçek amacından, akması gereken mecradan çıkıp bambaşka bir yere gitti.

Asıl gündem olması gereken, suni olarak oluşturulan gündemin kurbanı oldu.

Belediyelere yapılan unutuldu.

Gazetecilere yapılan hatırda kaldı.

10 gün sonra ya da 1 ay sonra gazeteciler serbest kalacak.

Ve sanki sorun çözülmüş zannedilecek.

Oysa asıl mesele o değildi, hatırlanmayacak bile.

Haydi Belediyeler denetime

Kartalkaya’daki yangında asıl sorumluların kim olduğunu gerek AKP’nin vicdan sahibi siyasetçileri gerekse iktidarın aklı başındaki bürokratları bile söylerken, AKP aklı sorumluluğu CHP’li belediyeye yıkmak için her şeyi yapıyor.

Yasal sorumluluğun kimde olduğu çok aşikar olduğu için de “vicdani sorumluluk” diye bir şey uydurup oradan yürüyorlar.

Soma’da hayatını kaybetmiş madencinin yakınını yerde tekmeleyenlerin vicdandan söz etmesindeki garabete kimse değinmiyor bile.

Belediye’ye yöneltilen suçlama ise “Madem denetim yaptın, yetkin olmasa bile en azından yetkisi olanları uyarabilirdin” şeklinde.

Bana göre bu, CHP’li belediyelere büyük bir koz veriyor.

“Madem öyle, gel böyle” deme şansı.

Cumhurbaşkanı’nın da benzer bir tavır sergilemesi ve belediyelere “zımni’ yetki vermesi, CHP’li belediyelere otellerin denetimi konusunda çok önemli bir kapı açmış oldu.

Bugünden tezi yok CHP’li İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Muğla Büyükşehir Belediyeleri başta olmak üzere tüm belediyelerin kendi il sınırları içindeki tüm otellerde en azından “yangın denetimine” başlamaları, hatta bu denetimleri Muğla’da Bakan Ersoy’un oteli ile başlatmaları farz olmuştur.

Bu illerin İtfaiye Müdürlükleri tüm otelleri denetlemeli, yangın raporlarını da hem halka açıklamalı hem de de ilgili bakanlıklara “ihbarda” bulunmalıdır.

“Vicdani sorumluluk” söylemi bunun yolunu açmıştır, belediyelere yetkiyi vermiştir.

Belediyeler bu görevi yapınca, sorumluluğun “vicdanla cüzdan arasında” sıkıştığı da daha iyi anlaşılacaktır.

“Cüzdani sorumluluk” ile “vicdani sorumluluk” birbirinden ayrışacaktır.

Bakanlık fiyatı geri çekti

Birkaç gün önce hem burada hem de Youtube’daki programımda Tarım ve Orman Bakanlığı’nı eleştirdim ve “Gıdalardaki pestisit kalıntıları ile mücadelede yeni bir yöntem geliştirdiler. Testleri pahalı hale getirerek test yapılmasını engellemek ve bu yolla pestisit buluntusunu azaltmak istiyorlar” diye yazıp söyledim.  

Çünkü meyve ve sebzelerdeki pestisit oranlarını ölçmek için yapılan testin 1000 TL olan fiyatı bakanlık tarafından yüzde 430 artışla 4.300 TL’ye çıkarılmıştı ve bunun altında bir fiyata bu testi yapanların akreditasyonlarının iptal edileceği bildirilmişti.

İlginç bir şey oldu.

Ben bunu yazıp söyleyince ilgili Bakanlık geri adım attı ve 4300 TL’ye yükseltilen fiyat yeniden 1000 TL’ye geri çekildi.

Bakanlığa teşekkür ediyorum.

Yanlış yapılabilir.

Önemli olan, yanlışta ısrar etmemek ve uyarıları dikkate almaktır.   

NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Hasta olmamız yazı yazmamamızın bahanesi olmadığı zaman.