PKK’nın silah bırakmasına dair MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı süreç kolay ilerlemedi. Bunu en iyi bilen de MHP liderinin kendisidir herhalde. Böylesi bir meselenin engelsiz, sancısız ele alınmasını da kimse beklemez.
Sonuçta 40 yıldır eli silahlı olan ve an itibarıyla varlık sebebinden kopmuş ancak büyük bir ekonominin, jeopolitik pazarlıkların mündemiç parçası olmuş çok sayıda militanı olan bir terör örgütünün bir günde tarihin tozlu sayfalarında kendine ayrılan yeri kabullenmesi kolay değil.
Bunun iki yolu var. Birincisi güvenlik mekanizmalarını kullanarak örgütün mevcut hali ve düşünce/pratik sistematiği ile bir yere varamayacağının ortaya konulması. Türkiye son beş yılda bu açıdan önemli bir başarı sağladı.
Aralık itibarıyla Suriye’de YPG’nin zemin kaybetmesi ile daha da marjinalize olan, varlığı büyük aktörler arasındaki pazarlıkların kaderine endekslenen örgüt daha da zor bir durumda.
Böylesi bir sorunla mücadelenin ikinci ayağı ise siyasal kurgu ve perspektif. Eğer bu tür yapı toplumsal bir zeminden, talepten, itirazdan ya da beklentiden beslenmiyorsa asla uzun süreli olamaz. AK Parti iktidarı bu gerçekten hareketle 2015’e kadar siyasal bir çözüm süreci yürüttü. Önceki sürecin başarısız olması, eksiklikler ve acemilikle malul olsa da bizatihi kendisinin yanlış olduğu anlamına gelmiyordu.
“Terörsüz Türkiye” gibi siyasal bir çerçeve içine girmemesi için olabildiğinde yüzeysel bir bağlama oturtulan son süreçte ise iktidar ısrarla bu yaklaşımdan kaçınıyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ittifakını ayakta tutmak için yaptığı açıklamaarın dışında kullandığı dil ve tereddütsüz izlediği kayyım siyaseti ile ne yapmak istediğini değil belki ama ne yapmak istemediğini açıkça ortaya koyuyor.
Benzer süreçlerde zamana ihtiyaç duyduğu aşikâr iken iktidar sözcülerinin “Bundan sonra beklenen terör örgütünün tasfiye edilmesi çağrısıdır. İmralı ziyaret süreci tamamlandı. Bir pazarlık süreci yok, PKK silah bırakmalı.” şeklindeki sözleri de asıl niyetin sorgulanmasını beraberinde getiriyor.
Eğer PKK’nın silah bırakması gibi çok önemli bir konuda başarı sağlanması ihtimali var ise buna kesin zaman tahditleri koymanın mantığının izah edilmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan dünkü grup konuşmasının ana omurgasını CHP ve CHPli belediyeler üzerine oturtmayı tercih etti. Gelecek etkisi güncel tartışmaları aşma potansiyeli taşıyan süreci ise daha önce olduğu gibi sadece “terörle mücadele” parantezine oturttu.
Siirt Belediyesine kayyım atanması da daha önceki grup konuşmaları-kayyım atamaları dizilimini bozmayacak şekilde Erdoğan’ın sürece bakışını tekrar net şekilde ortaya koydu.
Gelinen noktada Bahçeli’nin ısrarlı girişimlerine ve toplumda oluşan temkinli müspet havaya rağmen Erdoğan sürecin kendisi içinde olmadan ilerlemesine de mesafeli bir tutum takınıyor.
Cumhurbaşkanı bizatihi süreci destekleyen, sürükleyen, kolaylaştıran bir tarzı benimsemeyeceğini uzun zamandır gsötermiş iken ittifakın sağlamlığına halel gelmemesini sağlayacak açıklamalarda bulundu. Bu çıkışlar ya da Bahçeli’ye verdiği destekler ise sürecin kendisine verilmiş olarak okundu.
Sürecin devamına dair iyimser beklentilerin bu tarz açıklamaları satın alma heyecanı ise yavaş yavaş sönümleniyor.
Erdoğan’ın “bana maliyet çıkarmadan olacaksa olsun” siyaseti güttüğü beklentisi de sürecin ilerlemesini daha da zorlaştıran kayyım siyaseti ve sert ‘terörle mücadele” söylemi ile tutunacak bir dal bulamaz hale gelmiş durumda.
Bolu Kartalkaya’daki yangın, CHPli belediyelere dair soruşturmalar ve İstanbul’da bilirkişi tartışması ile başlayan siyasal yargı süreçleri de “Terörsüz Türkiye” hamlesinin altının boşalmasını beraberinde getiriyor. İlk başta Öcalan’dan Demirtaş’a, CHP’den muhalif basına kadar birçok aktörün ya destek verdiği ya da karşı çıkmayı zor gördüğü toplumsal mutabakat bu son adımlarla daha da sürdürülemez bir konuma evriliyor.
31 Mart yerel seçimleri ile başlayan CHP ile normalleşme süreci siyasal zemini olmadığı için kısa ömürlü oldu. Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan DEM Parti ya da Kürtlerle normalleşme ise ilk açıklamalarının üzerinden dört ay geçtikten sonra sönümlenme aşamasında. Bundan sonra tek ihtimal örgütün Türkiye içindeki anlamsızlığı ve Kürt siyaseti için de taşınamaz bir yük haline geldiği algısı ile tek taraflı adımların atılması. Bu ise geçmiş tecrübelere bakıldığında çok kolay görünmüyor.
Son on gündeki gelişmeleri “Terörsüz Türkiye” süreci ile birlikte değerlendirdiğimizde kurumsal siyasal ortam ve Erdoğan’ın yol haritası yeniden 31 Mart öncesine dönmüş durumda. Toplumsal psikolojinin ve muhalefetin bu sefer buna nasıl tepki göstereceği ise asıl sorulması gereken mesele. Geleceğin nasıl şekilleneceği de burada düğümleniyor.