2024’te Türk dış politikası (3) AB ile ilişkilerde yine değişen bir şey yok

HER yıl başında geride kalan yıla ilişkin dış politika değerlendirmelerini yaparken, konu Avrupa Birliği ile ilişkiler olduğunda bir noktayı tekrarlamak durumunda kalıyorum.

Her seferinde benim açımdan en zor başlığı Türkiye’nin AB ile ilişkileri oluşturuyor.

Meselenin zorluğu, konuların karmaşıklığından, anlaşılabilir hale getirilmesinde karşılaşılabilecek sıkıntıdan kaynaklanmıyor. Tam tersine, hiçbir şeyin ilerlemediği, her konunun birbirini tekrarlayan söylemler üzerinden kilitlenmiş bir şekilde devam etmesinden kaynaklanan bir güçlük bu.

Aylarca kamuoyuna ‘hareketlilik’ gibi yansıyan bazı çalışmaların da aslında hiçbir yenilik getirmeden ortada kalması, yürütülen mesainin hatırı sayılır bir kısmının beyhude çabalarla geçtiğini gösteriyor.

*

Türkiye’de 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan seçimden hemen sonra haziran ayında düzenlenen AB zirvesinde, Türkiye ile ilişkilerde yola nasıl devam edilebileceği konusunda AB Komisyonu’na yeni bir çalışma yürütülmesi yolunda verilen talimatın akıbeti bu çerçevede örnek verilebilir.

AB liderleri, bu raporu hazırlamak üzere Komisyon’un bir önceki Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’i görevlendirmişti.

Borrell, aslında pek çok çevrede yetersiz, zayıf bulunan raporunu beş ay sonra 2023 yılı kasım ayında AB’nin siyasi kanadına sunmuş, AB zirvesi ise bu raporun görüşülmesini 2024 yılına ertelemişti.

Borrell’in ilişkilerde sınırlı bir açılım öneren raporu ancak beş ay sonra geçen nisan ayındaki AB zirvesinde ele alınmıştır. Ele alınınca ne olduğu merak edilebilir. AB liderleri, bu raporun üye ülkelerin Brüksel’deki Daimi Temsilcilerinin bir araya geldiği komite tarafından izlenmesine karar vermiştir. Yani, Türkçe deyimiyle, rapor “komisyona havale edilmiştir”.

Özetle AB, ilişkilerde hareketlilik yaratabilecek bir inisiyatif sergilemekten kaçınarak topu bir kez daha orta sahada döndürmüştür.

*

Türkiye-AB ilişkileri değerlendirilecekse, 2024 yılında bu ilişkileri etkileyen dış koşullardaki değişikliklere bakmak belki daha gerçekçi olabilir.

Bunlardan birincisi, Avrupa kıtasının bir bütün olarak aşırı sağın yükselişine sahne olmasıdır. AB ülkelerinde yapılan seçimlerin önemli bir bölümünden popülist aşırı sağ partiler güçlenerek çıkmıştır.

Ne yazık ki, içinden geçtiğimiz zaman kesitinde AB’nin tarihinde sarkacın yönü, yabancı düşmanlığının, hoşgörüsüzlüğün yükseldiği, çok kültürlülüğe kapıların kapanmakta olduğu, içe kapanmacı bir Avrupa’yı haber veriyor.

AB’de zemin kazanmakta olan bu yönelişin Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği perspektifini desteklemediği, aksine daha da zora soktuğu aşikârdır.

*

Aslında kısmen buna paralel giden bir gelişme, ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesinin Avrupa’ya gönderdiği mesajın yansımalarını ilgilendiriyor.

Trump’ın yeni dönemde Avrupalı müttefiklerin savunma harcamalarının yetersizliğini gerekçe göstererek, ABD’nin NATO çerçevesinde Avrupa’nın güvenliğine taahhüdünün zayıflayabileceği yolundaki beyanları, AB açısından yaklaşmakta olan sıkıntıların habercisidir.

ABD’nin NATO’ya yükümlülüklerinde bir gerilemenin ortaya çıkması, Transatlantik ilişkileri sarsarak Avrupa’yı güvenliği için artan ölçüde kendi başının çaresine bakma arayışına itebilecektir. Bu tartışma Avrupa’da düşünsel planda zaten başlamış bulunuyor. Trump’ın Rusya ile Ukrayna arasında aceleye getirilmiş bir barış anlaşması yönünde ağırlık koyması, bu arayışlara daha da hız verebilir.

Kuşkusuz, ABD’nin Avrupa üzerindeki koruyucu şemsiyesinin zayıflaması, AB ülkelerinin en azından bir bölümünü NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olan Türkiye’ye yeni bir bakışla eğilmeye yöneltebilir.

En azından Ankara’daki karar vericilerin bakışı, böyle bir senaryoda Türkiye’nin AB karşısında elinin güçleneceği yolundadır.

*

Türkiye-AB ilişkilerini yakından ilgilendiren bir diğer gelişme Suriye’deki Esad rejiminin geçen aralık ayı başında devrilmesi olmuştur. Avrupa’daki Suriyeli sığınmacıların hiç olmazsa bir bölümünün geri gönderilmesi ihtimalinin belirmesinin şimdiden AB liderlerini heyecanlandırdığı gözleniyor.

Zaten AB Komisyonu’nun Başkanı Ursula von der Leyen’i, Esad’ın gidişinin haftasında apar topar Ankara’ya getiren de kısmen bu yöndeki beklentiler olmalıdır.

Göç yönetimi, sınır güvenliği, sığınmacıların dönüşü, bunun için de gerekli olan Suriye’nin yeniden imarı gibi başlıkların önümüzdeki dönemde Türkiye ile AB arasında yakın bir mesaiye yol açması muhtemeldir.

Ayrıca, Suriye’deki gelişmeler çerçevesinde Türkiye’nin bölgesel ağırlığının artmakta oluşunun da AB’nin bakışına bir faktör olarak etki etmesi beklenebilir.

*

Ancak AB cephesinde şekilsel bazı jestler sergilense bile, bu gelişmelerin AB’nin Türkiye ile yeni bir başlangıç yaparak ilişkinin derinleşmesini sağlayacağı, askıda bekleyen bazı kronik sorunların çözümünü mümkün kılacağı şüphelidir.

En azından geçen 17 Aralık’ta AB dışişleri bakanlarının kabul ettiği, iki gün sonra AB Zirvesi’nde liderler tarafından onaylanan kararların Türkiye bölümüne baktığımızda, Türkiye cephesinde değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Daha önce alınmış olan sayısız karardaki pozisyonlar yeniden tekrarlanmıştır toplam 14 madde altında dört sayfa tutan Türkiye bölümünde.

Bu arada, demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel haklar, ifade özgürlüğü, AİHM kararlarının uygulanmaması gibi alanlardaki “ciddi kaygılar” bir kez daha kayda geçirilerek, Türkiye’ye bu olumsuz yönelişleri tersine çevirmesi çağrısı yapılmıştır.

*

AB ile ilişkilerin 2024 yılındaki seyri değerlendirilirken, muhakkak vurgulanması gereken önemli bir faktör, dış ticaretin bu ilişkideki ağırlıklı boyutunu istikrarlı bir şekilde korumakta oluşudur.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün Türkiye’nin 2024 yılı ihracat rakamlarını açıkladığı konuşmasında, toplam ihracatın 262 milyar dolara çıktığını söylerken, AB’ye ihracatın yüzde 4,2 artışla 108,7 milyar dolara yükseldiğini duyurmuştur. Bu, yüzde 41.48 gibi bir orana karşılık geliyor.

Bu rakam, geçen yılın yüzde 42.22 oranına yakındır. Aslında Birleşik Krallık gibi AB üyesi olmayan Avrupa ülkeleri de eklendiğinde Avrupa’nın Türkiye’nin ihracatındaki payı düzenli bir şekilde her yıl yüzde 50’nin üzerine çıkmaktadır.

Özetle, Türkiye her yıl ihracatının yarıdan fazlasını Avrupa’ya yapmaktadır. Bu istikrarlı pazarın Türk ekonomisi açısından taşıdığı değer azımsanamaz.

*

2024 yılında AB ile ilişkileri değerlendirirken, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın geçenlerde “France 24” kanalına verdiği mülakatta AB konusunda yaptığı dikkat çekici çıkışı da kayda geçirmeliyiz.

Fidan, yılın son günü yayımlanan bu mülakatında, “Türkiye ve Avrupa’nın, özellikle Türkiye ve Fransa’nın Sarkozy öncesi çizgiye dönmeleri gerektiğini” belirtmiştir.

Fidan, Fransa’da 2007 yılında Cumhurbaşkanlığına gelen Nikolas Sarkozy’ye kadar Avrupa’nın iki büyük ülkesi Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğini “stratejik bir adım” olarak gördüklerini, ancak Sarkozy ile “kimlik siyasetinin öne çıktığını” anlatıyor bu mülakatta.

“Türkiye 2007’de veya 2008’de AB’ye üye olsaydı...” diyor Fidan ve ekliyor:“Çünkü o zamanlar altın zamanlardı. Çünkü Türkiye’ye bu net yol haritası verildiğinde AB reformları yoldaydı...”

Dışişleri Bakanı, “Tekrar Sarkozy öncesi çizgiye dönmek zorundayız. Dolayısıyla liyakata dayalı bir üyelik yolu açılmalı. Türkiye bölgede daha etkili bir güç oluşturmak için Avrupa ile birleşmeli” diye konuşuyor.

Evet, bugünün Avrupası’nda sahnede, 2000’li yılların başlarında iş başında olan stratejik vizyona sahip büyük devlet adamlarının benzerlerinin bulunmadığı aşikar. Ancak Türkiye’nin de bugün 2007 öncesindeki reform heyecanını taşıdığı söylenebilir mi?

Yine de o günlerin reformlarının hatırlanması, bunlara değinilmesi, hoş bir esintidir bugün AB ile ilişkilerin gelecek perspektifinden söz edilirken...

DÜZELTME: Dünkü yazımda, geçen 3 Aralık tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında yapılan telefon görüşmesinin sehven Rus tarafının talebiyle gerçekleştiğini yazmışım. Bu görüşme Türk tarafının talebi üzerine yapılmıştır. S.E.