Yürüyenler ve yürütenler

Türk kültürünü, Türk tarihini, Türk sanatını dünyaya tanıtmak, bu alanda eğitim alacak Türk gençlerine eğitim ve burs imkanı sağlamak için 2007 yılında Yunus Emre Vakfı kuruldu.

Vakfın kurucuları arasında dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, uykuculuğu ile ünlü Kültür Bakanı Atilla Koç, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu vardı.

Vakfın ilk işi, Yunus Emre Enstitüsü diye vakıf senedinde belirtilen işleri yürütecek bir enstitü kurmak oldu.

Yunus Emre Enstitüsü.

Enstitü hızla yayılmaya başladı.

Pek çok ülkede Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri açmaya başladı.

O dönemde enstitü ile ilgili iddialar ortaya atılmaya başlandı.

Enstitünün o sırada henüz FETÖ olarak anılmayan ve iktidarın bir aparatı olarak görülen Fethullahçılarla beraber çalıştığı, birlikte hareket ettikleri söylentileri yayıldı.

Yine enstitünün bir arpalığa dönüştüğü ve iktidara yakın isimlere yurt dışında imkan sağlamak için kamu kaynaklarının enstitü üzerinden kullanıldığı konuşulur oldu.

Ancak amaç ulvi göründüğü için kimse çok da ses çıkaramıyordu.

Yaban ellerde Türk kültürünü, Türk sanatını tanıtmak ve yaymak az uz bir iş değildi.

Kim ne diyebilirdi.

Vakfın gölgesindeki enstitü büyüdü, yayıldı, 65 ülkede, 85 Türk Kültür Merkezi açtı.

Almanların Goethe Enstitüsü, İspanyolların Cervantes Enstitüsü varsa bizim de artık Yunus Emre Enstitümüz vardı.

Ama arada elbette bir fark vardı.

Oradaki vakıflar bağımsız ve liyakate dayalı idi.

Bizimki ise siyasete.

Vakfın ve enstitünün yönetimini iktidar belirliyordu ve 2016 yılında Prof. Dr. Şeref Ateş, Yunus Emre Enstitüsü Başkanlığına getirildi.

8 yıllık kesintisiz görevden sonra bir süre önce Başkan’a görevden el çektirildi.

Vakıfta ve enstitüde yolsuzluk iddiaları vardı.

Olayın boyutunu önce kimse anlamadı.

Üç beş kuruşluk, AKP Türkiyesi için yolsuzluk bile sayılmayacak bir meblağ olduğu zannedildi.

Hatta herkes AKP döneminde AKP’li birine yolsuzluk suçlaması yöneltilmesine şaşırdı.

Ancak olayın büyüklüğü yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı.

Milyarlarca liralık bir soygun söz konusuydu.

İlk bulgular bile 1 milyar TL civarında bir sahte fatura yolsuzluğuna işaret ediyordu.

Ve daha aşağılık olan bu faturaların “Suriye’ye yardım ve yatırım” adı altında kesilmiş sahte faturalar olmasıydı.

Vakıf üzerine elzem olmayan, senedinde yer almayan bir işe soyundurulmuş, Suriye’de insani yardım yapmış gibi gösterilerek paralar Avrupa’ya kaçırılmıştı.

Vakıf Başkanı Şeref Ateş’in Malta ve Almanya’daki hesaplarına aktarılmıştı.

Prof. Şeref Ateş ise yurt dışına kaçmış ve Almanya’dan sığınma talebinde bulunmuştu.

On milyonlarca euro ile Almanya’da güzel bir gelecek hayali kurduğu belliydi.

Merak ettiğim “Gazze’ye yardım ediyoruz” diye de acaba milyonlarca euroyu yurt dışına kaçırmış mıdır!

Aslında din ve inanç üzerinden yapılan siyasetin tam da aynasıdır bu durum.

Kimileri Suriye için, Gazze için yürürken, kimileri de yürütür.

Ama “din” çuvalına doldurdun mu, yürütene değil, yürütüldüğünü söyleyene kızılır.

Olan da Yunus Emre’nin tertemiz adına olur.

Bu dönemde her şey gibi o da kirletilir!         

Hancılar ve yolcular

Yunus Emre Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şeref Ateş (adının şeref olması da ilginç) hakkında soruşturma açılınca yurt dışına kaçmış.

Bu da aslında Türkiye’nin bu döneminin aynası, Nasuh Mahruki, Nevşin Mengü, Hüseyin Baş ve bana hakkımızda açılan sıradan hakaret davaları için yurt dışına çıkış yasağı koyan Türk yargısı, bu büyük yolsuzluğun mimarı ve müellifi için parmağını kıpırdatmıyor ve o da yurt dışına kaçıyor.

Ben ve benim gibi gazeteciler ise hakkımızda böyle bir karar alınacağını bildiğimiz halde yerimizden kıpırdamıyoruz.

İki hafta kadar önce mahkemenin bana yurt dışı çıkış yasağı koymaya hazırlandığını bile bile, bunun haberini aldığım halde yurt dışından Türkiye’ye döndüm.

Keza diğer meslektaşlarım öyle.

Bu ülkenin iyiliği için uğraşanlar hiçbir ayıplı suça imza atmadıkları halde böyle bir cezalandırma yöntemi ile ezilirken, iktidar gücünü yolsuzluk için kullananlar kaçıp kaçıp gidiyor.

Buradan bile kimin hancı kimin yolcu olduğunu anlamak aslında mümkün.

Kayyımla görüşseydiniz

Ahmet Türk riyasetindeki DEM heyeti, Devlet Bahçeli’yi ziyaret etti, Bahçeli heyeti kapıda karşıladı.

Devlet Bahçeli’nin tabiriyle, MHP ve Devlet Bahçeli “Demlenmeye başladı”.

Meselenin tamamı garip olmakla beraber en büyük garabet, Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ı serbest bıraktırmaya yönelik hamlesinin bu etabında devreye Ahmet Türk’ün girmiş olması.

Çünkü aynı Ahmet Türk, Devlet Bahçeli destekli Cumhur İktidarı tarafından çok değil 1 ay kadar önce “teröre destek verdiği” gerekçesi ile görevden alındı.

Hukuk zorlanarak yıllar önce hakkında verilmiş bir takipsizlik kararı kaldırılarak yeniden davaya dönüştürüldü ve görevden alınmaya gerekçe haline getirildi.

“Teröre destek verdiği” için görevden alınan ve yerine kayyım atanan Ahmet Türk şimdi PKK’ya af getirmek ve Öcalan’ı hapisten çıkarmak için Türkiye’nin en milliyetçi siyasetçisi zannedilen Devlet Bahçeli ile görüşüyor.

Yanında da 1. Çözüm Süreci’nde aldığı rol nedeniyle lüzumsuz yere hapis yatırılan Sırrı Süreyya Önder ile.

İktidara göre halkın iradesini temsil etmesi mümkün olmadığı için yerine kayyım atanan Ahmet Türk yerine, Devlet Bahçeli ile iktidarın atadığı kayyım ile görüşmeliydi.

Devletin terörist diye aldığı oyu hiçe sayarak görevden aldığı kişiyle görüşmek biraz garip olmadı mı!

Kendi liyakatlerine bile tahammülleri yok

İstanbul’daki Çam Sakura Şehir Hastanesi kurulduğunda hastaneyi ayağa kaldırmak ve bu zor işin üstesinden gelmek üzere hastaneye bir koordinatör başhekim atandı.

Prof. Dr. Nurettin Yiyit.

Pandemi döneminde başarılı çalışmaları ile öne çıkmış ve askerî hekimlik kökenli olmasına rağmen iktidara da yakın bir isimdi.

Çam Sakura Hastanesi’ni ayağa kaldırdı, başarılı bir şekilde yönetti, büyüklüğü nedeniyle yönetilmesi güç olan bir işin altından başarıyla kalktı.

Ancak başarısı cezasız kalmadı ve 2 yıllık başarılı bir görevin ardından Çam Sakura’dan alınarak başka bir hastaneye atandı.

Yerine de bir başka isim, Prof. Özgür Yiğit getirildi.

Ve şimdi bu yeni başhekim bir rezaletle anılıyor.

Torpilli olduğu belli olan ama adlarını henüz öğrenemediğimiz iki kişinin silah ruhsatı alabilmeleri amacıyla gerekli olan heyet raporu için, heyetteki hekimleri odasına çağırıyor ve raporu orada hazırlamalarını “emrediyor”.

Hani acil bir durum olur, ani bir sağlık sorunu olur, doktoru odaya çağırırsın anlarım.

Ama değil.

Sapasağlam iki kişi için heyeti odasında toplayıp, silah alabilir raporu istiyor.

Anlaşılan o ki, AKP kendi içinde bile liyakate tahammül edemiyor.

Bir göreve o göreve gerçekten layık birini getirirlerse hemen hatalarını anlıyor ve yerine liyakatsiz birini mutlaka getiriyorlar.

NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Bir göreve en getirilmeyecek insanı getirmeyi başarı zannetmediğimiz zaman.