Suriye’de Yeni Dönem

Yılın sonunda geriye dönerek muhasebe yapmak âdettendir. 2024 gündeminin daha çok sınır ötesi tarafından belirlendiği söylenebilir. 2024 yılı içerisinde gündemin en esaslı iki başlığı Filistin ve Suriye olmuştur. Bu iki konuyla tarihsel ve siyasal açından bağlı olan bir diğer husus Kürt meselesidir. 2024 yılında yapılan mahalli idareler seçimi ve devamında iktidar-muhalefet arasında baş gösteren normalleşme tartışmaları ile FETÖ lideri Gülen’in ölümü yılın ön plana çıkan diğer önemli olaylarıdır.

Günümüz siyasal dünyası teritoryal bir görüntüyü, düzenliliği bizlere sunmuş olsa da ulus-devletler içerisinde yaşama mücadelesi veren alt kimlikler bir hayli dinamik ve ilişkisel bir ağ örmektedir. Ulus-devletlerin kalkış noktası olan vatandaşlık, toplumsal ve siyasal kimlikleri ve onların ürettiği etkileşim alanını açıklamak ve karşılamaktan bir hayli uzaktır. Bugün Türkiye, kendi modernleşme deneyimine bağlı olarak yaşadığı yapısal sorunlar kadar ilişkili olduğu coğrafyaların krizleriyle de yüzleşmek zorunda kalmaktadır. Sahip olduğu “resmî ideoloji” gereğince uzunca süre Ortadoğu’nun dinamiklerini “uzaktan” izlemeyi tercih eden Türkiye, 1980 sonrasında bu tercihini önemli ölçüde değiştirmiş ve müdahil olma temayülü üretmiştir. Özal ile başlayan bu süreç AK Parti’nin sahip olduğu siyasi aidiyet, bölgeye dönük geliştirdiği stratejik kimlik etrafından önemli ölçüde farklılaşmıştır. Fakat Ortadoğu coğrafyasında var olan gergin-dinamik yapı “evdeki hesabın” her zaman çarşıya uymadığını bizlere göstermiştir. Suriye’de ortaya çıkan çatışma, bölgeden kalkarak dünyanın birçok noktasına sirayet etmiştir. Bu coğrafyalar arasında sınır güvenliği, kamu düzeni, göç ve ekonomik kriz bağlamında konuyu en sıcak hisseden ülke Türkiye olmuştur. Arap Baharı’nın bir yansıması olarak Esad rejimin düşürülmesi konusunda Türkiye’de var olan “iştiyak” aradan geçen 13 sene zarfında “gergin” bir pozisyona dönüşmüştür. 8 Aralık 2024 tarihinde Esad rejiminin düşmeye başlaması ile Türkiye başta olmak üzere birçok aktör için Suriye’de yeni bir faza geçildiği söylenebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu yılın Ekim ayında ifade ettiği “Yakın zamanda önemli gelişmeler olacaktır” söylemini hiç kimse doğrundan Esad rejiminin düşeceği şeklinde okumamıştır. Konuyu iyimser bir çizgide görenler meseleyi Kürt sorununda yeni bir “açılım” şeklinde yorumlarken hükümete yakın isimler ise daha çok Suriye’de bir “kara harekâtı” yapılacağı seklinde tevil etmişlerdir. Rejim ülke sathında çökmüş bir görüntü verse de kısa bir süre içinde Esad’ın düşeceğini söyleyen kimse olmamıştır.

Otoriter ile totaliter rejimler arasındaki farklardan en önemlisi, totaliter rejimlerin siyasal/toplumsal alanda hiçbir farklılığa alan bırakmaması, müsamaha göstermemesi, özel hayatın en ince noktasına kadar müdahale edebilmesi ve bunu yapacak “kapasiteyi” kendisinde bulmasıdır. İç savaşa kadar otoriter bir görüntü sergileyen Esad rejimi, ortaya saçılan insanlık dışı uygulamalar ile ülkeyi nasıl bir hapishaneye çevirdiğini tüm dünyaya göstermiştir. “Çökmüş devlet” görüntüsü, “kapasite” konusunda bir illüzyon üretmiş olsa da rejimin uzun süre ayakta durabilmesi, bu süre zarfında muhalif insanları ortadan kaldırması ve tüm şiddet uygulamalarını sistematik bir şekilde yapması rejimin totaliter niteliğini ele vermektedir. 

Yaşanan iç savaşın en sert tezahürlerinden birisi, toplumsal ve ekonomik yapının deforme olmasıdır. Yıkımın kolay, tamiratın zor olduğu bir denklemde uzunca süredir tahrip olan bölgenin yeniden ayağa kalması oldukça güçtür. Geri dönüş bir heyecan vermekle beraber nasıl bir ülkeye dönüleceği koca bir soru işaretidir. Hele Türkiye’de doğan nesil için Suriye “hayali” bir coğrafyadır. 

Yeni rejimin inşasında Türkiye’nin oldukça yüksek bir potansiyele sahip olduğu söylenebilir. Yaşanan gergin bekleyiş bazı kesimler için bir “fetih” havası estirmiş olsa da Türkiye sahip olduğu demokratik kültürünü, tarihsel kodlarını, devlet kapasitesini ve girişimci unsurlarını “soğukkanlı” bir şekilde bölgeye aktarmalıdır. Girişimcilik iktisadi olduğu kadar entelektüel ve sivil kapasiteyi barındırmalıdır. Bölgenin sahip olduğu etnik, dinî ve mezhepsel kodlar daha esnek bir biçimde yönetim mekanizmalarına yedirilmelidir. 

Suriye’deki iç savaşın iktisadi, siyasi ve insani yükünü uzunca süredir üstlenen, Esad’ın düşürülmesinde diplomatik ve operasyonel gücünü kullanan Türkiye’nin yeni dönemde öncü bir görüntü vermesi oldukça doğal ve gerçekçidir. Fakat bölgenin ABD başta olmak üzere Batılı aktörler tarafından kolaylıkla kendi başına bırakılmayacağı söylenebilir. Rusya’nın hem Ukrayna Savaşı hem de Esad ile kurduğu ilişkiden ötürü yeni dönemde bölgede olmayacağı açıktır. Sahip olduğu askerî üsleri de hızlıca boşalttığı kamuoyunca takip edilmektedir. Esad rejimi ile teşrik-i mesaide bulunan, mezhepsel kodları ön plana çıkaran, buna karşın İsrail ile çatışmada kırılgan bir görüntü veren İran’ın da yeni dönemde Suriye denkleminde yer alamayacağı açıktır. Bu iki devletin ABD ile var olan çatışması hesaba katıldığında; Türkiye ABD nezdinde de bölgenin önemli unsurlarından birisi olacaktır. Önümüzdeki ay görevi devralacak Trump’ın Suriye’den çekilme isteğine karşın Savunma Bakanlığı Pentagon’un bölgede konuşlanan CENTOM aracılığıyla asker sayısını arttırdığı bilinmektedir. Yeni bir denklemin kurulduğu, İran ve Rusya’nın geri adım atmak zorunda kaldığı bugünlerde ABD “devlet aklının” bölgeden kolaylıkla çıkmayacağı söylenebilir. Bu bağlamda Türkiye, kendi dinamikleri kadar Batı’nın reel-politiği açısından da Suriye’de etkin bir konuma gelecektir. Fakat burada altı çizilmesi gereken, Türkiye’nin yakıcılığını hissettiği iki husus vardır. Birisi İsrail’in bölgedeki konumu diğeri Kürt meselesidir. Bu iki husus, ABD için de bölgede “yönetilmesi” gereken meselelerin başında gelmektedir. 

Filistin

2024 yılının en kırılgan meselelerinin başında İsrail’in uyguladığı devlet terörü gelmektedir. 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’a bağlı Kassam Tugayları’nın gerçekleştirdiği kapsamlı saldırı, İsrail ile Filistin arasında on yıllardır süren çatışmayı tekrar alevlendirmiştir. İlk saldırı İsrail’in istihbarat zaaflarını, askerî gücünü ve savunma konseptini tartışma konusu haline getirse de ABD’nin yapmış olduğu askerî yardımlar İsrail ordusunun ayakta kalmasını ve şiddeti artırmasını kolaylaştırmıştır. 

7 Ekim saldırısı, bir başka ifade ile “Aksa Tufanı” Filistin direnişinin bir ifadesiydi. Sürgün, Holokost ve antisemitizm söylemi üzerinden dünya siyaseti üzerinde hegemonya oluşturan, kurdukları hukuksuz rejimi Batı dünyasına kabul ettiren, işgal ve yayılmacılığı günden güne artıran İsrail yönetimi, beklemediği bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya kalmıştır. Siyasi ve askerî başarısını toplumsal alana taşıyamayan İsrail yönetimi kendi ülkesi dâhil olmak üzere küresel nitelikli sivil bir karşı koyuşla yüzleşmiştir. Batılı politik aktörler genel anlamda İsrail yönetiminin arkasında dursa da İsrail’in orantısız, sivilleri hedef alan, savaş hukukunu ihlal eden, işgali yayan tutumu yüksek sesle eleştirilmeye başlanmıştır.

Türkiye, hem politik aktörleri hem de sivil unsurları ile Gazze meselesinde Filistin halkının ve direniş cephesinin yanında yer almaktadır. Zaman zaman Hamas’ın siyasi kimliği seküler kesimler açısından kafa karışıklığına sebep olsa da Türkiye siyasi, toplumsal ve ekonomik açından İsrail şiddetinin karşısında konumlanmıştır.

Sivil inisiyatif ile gelişen boykotlar Ticaret Bakanlığı’nın çelik, gübre ve jet yakıtını içeren 54 malın ihracatını kısıtlaması ile hukuki bir boyut kazanmıştır. Hükümetin aldığı kararda Türkiye’de yükselen boykot tutumunun önemli pay sahibi olduğu söylenebilir. Kısıtlamaya İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz, “Türk ekonomisine zarar verecek önlemler ile karşılık verileceğini, ABD ile temas geçerek Türkiye’den ithalatın engellenmesi, yatırım kararlarının durdurulması yönünde karaların çıkmasını sağlayacaklarını” söylemiştir. 

Filistin-İsrail çatışmasında 2024 yılındaki en dramatik kırılmalardan birisi Hamas’ın iki önemli figürünün İsrail tarafından şehit edilmesidir. İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın göreve başlaması sebebiyle İran’da bulunan Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye 31 Temmuz 2024 tarihinde uğradığı suikast sonucunda hayatını kaybetmiştir. Heniyye, 20 Nisan 2024 tarihinde Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmüş, ateşkesin sağlanması, Hamas-El-Fetih arasında var olan ihtilafların giderilmesi konularında stratejik bir yaklaşım benimsenmişti. Heniyye’nin vefatı sonrasında görevi devralacak olan Yahya Sinvar da İsrail ordusu tarafından 16 Ekim 2024 tarihinde şehit edilmiştir. 

25 Eylül 2024 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, uluslararası siyasi aktörlerin şiddeti tetiklediğini dile getirmiştir: “Ateşkes için çalıştıklarını iddia edenler, İsrail’in katliamlarına devam edebilmesi için sahne arkasından silah ve mühimmat göndermeye devam ediyor. Bu tutarsızlık ve samimiyetsizliktir.” İsrail Başbakanı Netanyahu’yu Hitler’e benzeten Erdoğan, dünyayı cinayetleri durdurmaya çağırmıştır: “Bundan 70 sene önce nasıl Hitler, insanlığın ittifakıyla durdurulmuşsa, Netanyahu ve cinayet şebekesi de insanlığın ittifakıyla durdurulmalıdır.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı İsrail’in Lübnan’a saldırması sonrasında TBMM açılışında “İsrail’in Anadolu’yu da içine alan ham hayaller taşıdığına” ve “Türkiye-Lübnan arasındaki mesafenin sadece 2,5 saat olduğuna” dair açıklaması siyasi ortağı Devlet Bahçeli tarafından destek görürken muhalif unsurlar iç bünyeyi diri tutmak yoluyla muhalefeti yönetme olarak yorumlamışlar, iddiayı gerçekçi bulmamışlardır. 

İsrail’in bölgedeki en son aksiyonu, işgali Suriye topraklarına doğru kaydırmasıdır. Tel Aviv yönetimi Suriye’de Esad rejiminin düşmesi sonrasında Golan Tepeleri’nde yer alan, askerden arındırılmış tampon bölgeyi işgal etmek suretiyle Suriye topraklarına girmiştir. 1974 yılında tesis edilen anlaşmanın Esad rejiminin çökmesi ile ortadan kalktığını iddia eden İsrail yönetimi işgali meşrulaştırmaya çalışmıştır. Türk Dışişleri, yapılan bu girişimi İsrail’in işgal yoluyla sınırlarını büyütme hedefinin yeni bir aşaması olarak tanımlamış, kaygı verici bulduğunu dile getirmiştir.

Kürt Meselesi

Kürt meselesi konusunda Ekim ayında Devlet Bahçeli’nin kamuoyunu ajite etme pahasına yaptığı çıkış, Türk siyasetinde karar alıcıların yeni dönemi hesap ettiklerini göstermekteydi. “Devlet aklını” temsil eden MHP lideri Bahçeli’nin bölge dinamiklerini hesaba katarak bu çıkışı/ön alımı yaptığı açıktır. Bahçeli’nin, Kürtlerden “Kürt kökenli vatandaşlar” değil doğrundan “Kürtler” olarak bahsetmesi milliyetçi siyasetin geldiği nokta açısından oldukça önemlidir. Psikolojik etmenlerin yoğun bir şekilde işlendiği Kürt meselesinde Bahçeli’nin Öcalan gibi “kült” bir kişilik üzerinden bir söylem üretmesi, umut hakkından bahsetmesi, demokratik bir organ olarak Meclis’te konuşabileceğini söylemesi, Kürt siyaseti açısından da şaşırtıcı olmuştur. Bahçeli aleni bir şekilde Kürt “sorunu” yoktur dese de zımnen Kürt “realitesini” kabul etmektedir. Haklar konusunda siyasi ortağı AK Parti iktidarları döneminde yapılan açılımlar hesaba katıldığında, Bahçeli nezdinde geriye kalan “sorun” terör örgütünün tasfiyesidir. Bahçeli’ye ve onun temsil ettiği siyasi akla göre terörün tasfiyesi ancak Öcalan üzerinden gerçekleşebilir. Bunun ne kadar mümkün olduğu tartışmalıdır. Öncelikle, içeride Öcalan’ın hükümlülüğünü bir “mesele” yapan Kürt siyasi aktörlerinin konu çözüme geldiğinde ne kadar samimi olacakları soru işaretidir. Diğer yandan Kandil ile Kürt “diasporasının” bu konuda isteksiz davranması yüksek ihtimaldir. Fakat Suriye’deki yeni denklem Kürt meselesini yeni bir mecraya taşıyabilir. Öncelikle Türkiye için ülke içerisinde (PKK) ya da sınırları başında (YPG-SDG) silahlı bir Kürt kimliğini kabul etmesi mümkün değildir. PKK’nın Türkiye içerisindeki yeni insan kaynağının tükenmiş olduğu, eylem kapasitesinin sınırlı bir hale geldiği, diğer yandan TSK’nın gayrı-nizami harp konusundaki yeterliliği hesaba katıldığında örgütün eylemlerine son vermesi olası bir durumdur. “Devlet aklının” geliştirdiği yeni söylem kadar Öcalan başta olmak üzere Kürt aktörlerinin vereceği pozitif destek bu süreci hızlandırabilir. Burada paranteze alınması gereken husus, Suriye’deki durumdur. Suriye’de toplumsal açıdan Kürt kimliğini barındırmasının ötesinde YPG ve SDG üzerinden önemli bir Kürt silahlı-militer güç vardır. Ülkenin kuzeyinde konuşlanan bu güçler, IŞİD’le mücadele konsepti içerisinde Batı’nın “vesayet aracı” olarak kullanılmış unsurlardır. IŞID’in bölgedeki etkinliğinin ortadan kalkması sonrasında Kürt silahlı unsurlar da büyük oranda gözden çıkarılmışlardır. Yeni dönemde “Suriye Geçici hükümetinin” Kürt silahlı unsurlarına karşı aldığı mesafeli tutum hesaba katıldığında, silahlı bir Kürt unsurun bölgede etkinlik göstermesi olası değildir. Geriye Suriye’deki Kürt aktörlerin İsrail ve ABD nezdindeki girişimleri kalmaktadır. Türkiye hem Suriye’de oynayacağı etkin rol hem içeride girişeceği çözüm yolları üzerinden bölgedeki federatif bir Kürt kartını ortadan kaldırdığı gibi içeride de Kürt meselesini kökten çözebilir. Daha önceki çözüm girişimlerinde ABD başta olmak üzere Batılı aktörlerin gönülsüzlüğü, Kürt sorunun ortadan kalkmasını, örgütün tasfiyesini akamete uğratmıştı. Suriye’de Batı dünyası ve Türkiye’nin “terörün tasfiyesi” konusunda takip edecekleri benzer bir perspektif hem Ortadoğu’nun hem de Türkiye’nin huzurunu temin edebilir. Kürtler de bölgenin kurucu bir unsuru olarak silahtan ve şiddetten azade bir şekilde karar mekanizmalarında yer alabilirler. Bu durum herkesin çıkarına gözükmektedir.

Seçimler ve Normalleşme

Türkiye’de 2024 yılının ilk çeyreği ve devamında gelişen olaylar 31 Mart mahalli seçimleri etrafından cereyan etmiştir. 2023 yılı Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerini ittifak çerçevesinde şekillendiren muhalefet, aldığı yenilgi sonrasında müstakil siyasete yönelmiştir. 2023 seçimlerinde ciddi yara alan ana muhalefet partisi CHP’nin esas reaksiyonu lider değişikliğine gitmek olmuştur. Genel Başkan olduğu 2010 yılından 2023 yılına kadar girdiği bütün yarışlardan yenik ayrılan Kılıçdaroğlu’ndan sonra Özgür Özel öncülüğünde girilen 31 Mart seçimleri hem yeni lider hem de örgüt için bir özgüven tazelenmesi manasına gelmektedir. Kılıçdaroğlu öncülüğünde yüzde 25 bandına sıkışan, farklı toplumsal kesimleri siyasi denkleme sokmakta zorlanan CHP, Özel öncülüğünde aldığı yüzde 34,53 oy oranıyla ilk kez AK Parti’yi geçerek Türkiye çapında birinci parti olmuştur. Büyükşehir sonuçlarına bakıldığında CHP yüzde 42 oy oranına erişirken AK Parti’nin yüzde 36,44 oranında kaldığı görülmektedir. Önceki seçimde CHP’de olan Adana, Ankara, İstanbul, İzmir, Eskişehir gibi metropol şehirlerin yanı sıra son seçimde AK Parti’nin elinde olan, muhafazakâr kimliği yüksek, girişimci Bursa, Balıkesir, Denizli gibi büyükşehirlerin de yeni dönemde CHP’ye geçtiği görülmektedir. AK Parti, 2019 seçimlerinde başlayan mahalli gerilemeyi durdurmakta zorlanmaktadır.

AK Parti’yi toplumsal odaklar ile buluşturan en önemli kanalların başında yerel yönetim tecrübesi gelmektedir. Siyasi açından AK Parti’nin öncülü olan Refah Partisi’nin siyasi başarısı 1991 yılında İstanbul’da kurulan yeni belediyelerde başlamış, 27 Mart 1994 seçimlerinde büyükşehirler ile taçlanmış ve bugüne kadar AK Parti üzerinden devam etmiştir. Topluma dokunma, örgüt ile taban arasındaki ilişkiyi kurma, siyasete kapı aralama, hizmet etme noktasında belediyeler demokrasinin mümeyyiz kuruluşlarıdır. AK Parti’nin 2019 yılında büyükşehir düzeyinde aldığı yara, 2024 yılında kitlesel bir mahiyete bürünecek ve Türk siyasetinde inşa ettiği hegemonik görüntü yapı-bozuma uğrayacaktır. CHP’nin lider değişikliği, yürüttüğü doğru strateji kadar AK Parti iktidarının ortaya koyduğu ekonomi politiği, refahın dağılımı, siyasi yozlaşma ve ehliyet tartışmaları seçim sonuçlarını belirlemiştir. Siyasi başarının ne düzeyde doğrudan CHP kaynaklı olduğu önümüzdeki seçimlerde daha net ortaya çıkacaktır. Konuyu merkezine alan Özel, kazandığı seçim başarısını bir bütün olarak kendi hanesine yazmak adına siyasi gündemi belirleyen bir görüntü sergilemeyi tercih etmiştir. Selefinin aksine tabandan gelen, toplumsal odaklar ile yakından ilişki kurmayı başaran Özel, hem parti içerisinde cereyan eden “kayıt dışı” siyaseti ortadan kaldırmaya çalışmış hem de kurduğu müzakereci dil üzerinden farklı kesimler ile iletişime geçmiştir. İttifak siyasetinin zorlayıcı/zoraki organizasyonel işbirliği yerine toplumun farklı kesimleri ile organik bir ilişkiyi yeğlemiştir. Özel, Kılıçdaroğlu’nun inşa ettiği mezhepsel kodları yoğun parti örgütlenmesi yerine parti içi demokrasiyi hareketlendiren, üretim merkezli bir politika anlayışı geliştirmiştir. Bu dönem için en hayati gelişme siyasetin “normalleşmesidir”. Çatışmacı, kopuk siyaset yerine muhatapları ile müzakereci bir dil geliştirmeye çalışan Özel, bu konuda görece başarılı olmuş ve AK Parti ile var olan mesafeyi görece daraltmıştır. AK Parti Genel Başkanı Erdoğan ile gelişen iletişimsel, açık siyaset birbirini “dinleme”, muhatabını “anlama” noktasında düne kıyasla oldukça önemli bir dönüşümü ifade etmektedir. Türkiye’de uzunca süredir cari olan körler-sağırlar siyasetinin önemli ölçüde değiştiği ve bunda CHP lideri Özel’in önemli rol üstlendiği söylenebilir. Muhalefet, Kürt sorunun çözümünden yana bir siyaset geliştirmiş, Meclis başta olmak üzere tüm aktörlerin çözüme dâhil edilmesini dile getirmiştir. Bu bağlamda Özel’in Kemalist siyasetin dışlayıcı siyasetinden bir hayli farklılaştığı söylenebilir. Altı çizilmesi gereken husus, üretilen söylemin kendi tabanından başlayarak farklı odaklara anlatılabilmesidir. Bir hayli muhafazakâr bir görüntü sergileyen CHP tabanını değiştirmek, belki de yeni genel başkanın yaşayacağı en büyük zorluklardan birisi olacaktır.

Gülen’in Ölümü ve FETÖ

20 Ekim 2024 tarihinde haber ajansları ve sosyal medyaya FETÖ elebaşı Fethullah Gülen’in öldüğü haberi düştü. Bu tip haberler sık sık gündeme geliyor, Gülen’in bir videosu üzerinden konu tekzip ediliyordu. Fakat süresi kısalan videolar, bir zamandan sonra sadece görüntüye dönüşen fotoğraflar sonun yaklaşmakta olduğuna işaret etmekteydi. Gülen oldukça hastaydı ve örgütü yönetme kapasitesinden uzaklaşmıştı. Bağlılarını diri tutmak, kült liderin aciz görüntüsünü teşhir etmemek adına Gülen’in izole edilmesi elzemdi. Ölümünden kısa süre önce ayrı bir yere götürüldüğü, çevresinden koparıldığı kamuoyuna yansıyan bilgiler arasındaydı. Bu kez ölüm haberi içeriden teyit edilmiş, Gülen hesap vermeden bu dünyadan gitmişti. Büyük cezalar “mahkeme-i kübra’ya tehir olunur” kaidesince muttaki insanlar, yaptıklarının cezasını çekeceğinden emin bir şekilde onun ölümünü takip etmekteydiler. Fakat cenazesi oldukça sakin bir şekilde, o çok önem verdikleri “kemiyet” noktasının uzağında sınırlı sayıda kişinin katılmasıyla gerçekleşmişti. Cenazeye iştirak edenler maske ya da siyah gözlük takmış, kendilerini gizlemişlerdi. Bu oldukça sembolikti; gizleme, kendini farklılaştırma Fethullahçılığın tipik bir özelliğiydi. Gülen’in ölümünün bir kısım örgüt mensupları için de rahatlama sağladığı ileri sürülebilir. Yaşanan bunca badireye rağmen bir kelam etmeyen, olayı geçiştiren Fethullah Gülen’in varlığı birçok insan için yüktü. Fakat bu gerçek hiçbir zaman dile getirilmedi. Örgüt uluslararası düzen tarafından kullanışmış, bugün itibarıyla kenara bırakılmıştı. Gülen’in kült kişiliği bu gerçekliği gölgeliyordu; dünün hatırına birçok müntesip “Kan kusuyor fakat kızılcık şerbeti içiyoruz” demek zorunda kalıyordu. Bugün itibarıyla liderini, insan kaynağını, itibarını, “kullanışlılığını”, ahlaki değerlerini ve en önemlisi finansal kaynağını yitirmiş bir Fethullahçılık, güç ilişkileri açısından hiçbir anlam ifade etmemektedir. 

Örgütün post-Gülen döneminde bir “halef” ya da “kurul” üzerinden devam ettirmesi mümkün müdür? Kendisiyle teşrik-i mesaide bulunan, fakat yapıdan ayrılan kişilerden aldığımız bilgiye göre Gülen hayatta olduğu süre zarfında kendisinden sonra sürecin nasıl işleyeceğine dair bir kurgu yapmamış, aksine bu isimleri birbirlerine düşecek şekilde kodlamıştır. Kısa süre içerisinde yetki, para ve yöntem konusunda yaşanacak çatışma başıboş kalan örgütü hızla ortadan kaldıracaktır.

Sonuç Yerine

2024 yılının ilk çeyreğinde mahalli seçimler ülke gündemini belirlemiş olsa da sınır ötesinde yaşanan hadiseler ülke siyasetini derinden etkilemiş, iç politika ile diplomasi arasındaki ilişki yoğun bir şekilde hissedilmiştir. Bunu bir yönüyle küreselleşme olgusunun tezahürü olarak okuyabiliriz. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan iktisadi, siyasi, insani mesele ya da doğa olayı bizleri yakından etkilemektedir. Herhalde bunun en çarpıcı iki yakın örneği Suriye’de ve Filistin’de yaşanan insani dramlardır.

Yukarıda ayrıntısıyla bahsedilmemiş olmakla birlikte Türkiye’de uzunca süredir hüküm süren ekonomik kriz, devam eden yüksek enflasyon ve alım gücü kaybı 2024 yılına dair sonuç kısmında altı çizilmesi gereken önemli meselelerden biridir. Mehmet Şimşek tarafından sürdürülen rasyonel politikalar krizin yönetilmesi noktasında pozitif veriler sunmakla birlikte uygulanan “reçetenin” orta ve alt sınıflar tarafından acı bir şekilde hissedildiği söylemek gereklidir.

Diğer bir husus, Türkiye’nin anayasa meselesidir. İktidar tarafından sık sık dile getirilen yeni anayasa ne yazık ki içeriği doldurulmadan sadece bir ihtiyaç olduğu noktasında seslendirilmektedir. Konunun hükümet modelini de içeriyor olması noktasında iktidar tarafından daha somut bir şekilde ele alınması, köşe taşları belirlenmiş şekilde kamuoyu ile paylaşılması, buradan hareketle müzakereye açılması gerekmektedir. Bu yöntem sürecin ilerlemesi açısından daha faydalı olacaktır.

Barışın hüküm sürdüğü, adil bir dünya dileğiyle…