MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Meclis’in açılışında DEM Partililer ile el sıkışması ve devamında yaptığı “Türkiye Partisi” açıklaması uzunca süredir dile getirilen, kamuoyunda tartışılan “açılım” meselesinin fişeğini ateşledi. Her ne kadar “külliye” adına kendisinde konuşma yetkisi gören kimi devlet ricali aynı suda yıkanılamayacağından hareketle fren mekanizmasını işletmeye çalışsa da “devlet partisi” görünümündeki MHP’den gelen çıkış meseleyi siyasetin merkezine oturtmuş gözüküyor.
Bahçeli’nin çıkışına paralel Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail’in şiddeti tüm bölgeye yayma girişimine dair yaptığı uyarıcı dil, bugün itibarıyla sınır ötesi bir mahiyet kazanmış olan Kürt meselesini ve onunla ilişkili olarak terör örgütü PKK’nın tasfiyesini öncelikli konu haline getirmiş gözüküyor. Bu minvalde “devlet aklını” işletme noktasında güç ve inisiyatif sahibi olan “Cumhur İttifakı” unsurlarının aynı yöne baktıkları, tamamlayıcı, organize bir dil kullandıkları söylenebilir.
Daha önceki çözüm süreçlerinde büyük oranda yalnız kalan AK Parti’nin bugün MHP ve lideri Bahçeli gibi güçlü bir ortağa sahip olduğu açıktır. Bahçeli’nin grup toplantısında yaptığı çağrı, gelişigüzel, doğaçlama bir retorik olmaktan öte siyasa yapıcıların belli bir strateji doğrultusunda geliştirdikleri taktiksel bir hamle olarak durmaktadır. “Tecrit” ve “umut hakkı” gibi kavramların özenle ve özellikle seçildiği ortadadır. Bahçeli’nin Öcalan için yaptığı terör örgütünün tasfiyesi karşısında TBMM’de konuşma çağrısı, konunun muhataplarına yapılan bir meydan okuma niteliğindedir. Bahçeli elini o kadar yüksekten açmıştır ki muhataplarının geri vites ya da tavsama yapmasına imkân kalmamıştır. Öcalan’ın Meclis başta olmak üzere devlet organlarını temsil eden herhangi bir mecrada siyasi bir açıklama yapması, Bahçeli başta olmak üzere kamuoyu için kabul edilebilir, sindirilebilir, istenilebilir bir şey değildir. MHP her ne kadar “devlet partisi” görünümü ile doğrudan iktidarın taliplisi gözükmese de Türk milliyetçiliğine gönül vermiş politik unsurların tarihsel kalesidir. Öcalan’a kamusal alanda alan açmanın maliyetlerini hesaplamak Bahçeli için zor olmasa gerek. Çağrı sonrası gösterilen ilk tepkiler de bunun açık bir tezahürüdür. Lakin Kürt meselesi ve bununla ilişkili terörü bitirme ihtiyacı, zarureti ve kararlılığı “devlet aklında” demlenmiş ise sürecin kuvveden fiile çıkması gerekmektedir. Bu, Kürt siyasi aktörleri başta olmak üzere bugüne kadar eleştirel dozda ya da arayış içerisinde konuyu dile getiren tüm unsurların iştiraki ve terör örgütünün tasfiyesi şartı ile yapılmalıdır.
Zor ve Kırılgan Bir Süreç Olarak Kürt Meselesi
Politik aktörlerin terör örgütünün tasfiyesini dile getirdiği, demokratikleşme sürecinin konuşulduğu bir dönemde, başkentte, ülkenin en stratejik kurumlarından birine yapılan terör saldırısı ve yaşanan can kayıpları sürecin ne kadar zor, kırılgan olduğunu tüm muhataplara tekrar göstermiştir. Ülke içerisinde saha hâkimiyetini yitiren, insan kaynağı temini noktasında dibe vuran terör örgütünün başkentte, savunma sanayiine ait bir kuruma gün ortasında terör saldırısı yapmış olması konunun ciddiyetini tekrar yüzümüze vurmuştur. Hadise, karar alıcıları bir yol ayrımına sürükleyecektir. Fakat bu kez elimizde neyi yapmamız ya da yapmamız gerektiği konusunda önemli bir yol haritası bulunmaktadır. Meşru şiddet aygıtı olarak devletin milli savunma ve kamu düzeni konusunda sahip olduğu yetkiler, tanzim ve teçhiz ettiği savunma konsepti, Türkiye’nin terörle mücadele konusunda elini güçlendirmekle beraber terörün kaynağı, biçimi ve boyutu da aynı ölçüde değişmektedir. Kürt meselesinin çözümünde içeride ciddi adımlar atan, bedel ödeyen, emek veren Türkiye’nin konuyu köklü bir şekilde çözmesi; sınır boyunda, bölgede ve küresel düzlemde yaşanan hadiselere karşı oyun kurucu ya da bozucu bir aktör haline gelmesi gerekmektedir.
Kürt Meselesinin Özü
Kürt meselesinin temel düzeyde Türk modernleşme deneyimiyle ilgili olduğu söylenebilir. Ulus-devletin yeni rejimde tersten “devlet-ulus” olarak inşa edilmesi, eşzamanlı olarak birden fazla soruna neden olmuştur. Çarpık bir laiklik ve milliyetçilik ile bezenen resmî ideolojinin demokrasiye mesafeli doğası birçok yapısal problemi tetiklemiştir. Devlet-toplum mesafesinin daralması ideali ile yola çıkan Cumhuriyet’in aradaki kopukluğu daraltmak konusunda istenilen başarıyı gösteremediği rahatlıkla söylenebilir. Kâğıt üzerinde yönetme yetkisine sahip toplumsal odaklar konunun muhatabı olamadığı gibi, birçok noktada mağduru durumuna düşmüşlerdir. Sorunların çözümü ancak deneme yanılmayla, ağır bedeller ödeyerek, patinaj çekerek aşılmaya çalışılmıştır. Kürt meselesi de bu bağlamda Türk siyasetinin daha geniş manada modernleşme deneyiminin çözmek sorunda kaldığı, enerjisini tüketen, onu adeta kabız hale getiren bir marazıdır.
Kürt kimliğinin yok sayıldığı bir dönemden bugüne Kürt meselesinin çözümünde önemli mesafe katedildiği ortadadır. Konunun hukuki, iktisadi, toplumsal ve psikolojik boyutlarında önemli adımlar atılmıştır. AK Parti döneminde konunun çözümü açısından lideri Erdoğan’ın zaman zaman yalnız kalma pahasına konuyu sürüklediği bilinen bir gerçektir. Fakat, FETÖ aracılığıyla üretilen devlet krizi, Kürt aktörlerin Suriye meselesinde yaşadıkları kafa karışıklığı, ordu içerisindeki rahatsızlıklar ile bölge devletlerinin çöküşü çözüm sürecini akamete uğratmıştır. Sürecin en anlamlı tarafı, meselenin konuşulabilir hale gelmesi, haklar düzeninde yapılan ciddi iyileştirmeler ile devlet-toplum ilişkisinde demokrasi lehine yaşanan daralmadır. Bununla birlikte ortada “çözüm” bekleyen bir meselemiz olduğu açıktır. Konu ciddiyet, kararlılık ve bütüncül bir düzlemde hal yoluna koyulmadıkça, fasit bir daire içerisinde devam edecektir.
Muhataplar ve Riskler
Kürt meselesi Osmanlı’dan itibaren sınır ötesi bir karaktere sahip olmuştu. Kürt nüfusunun farklı siyasi otoriteler altında dağılması, Kürtlerin müstakil siyasi bir otoriteden yoksun olmaları, yaygın aşiret kodları uluslararası aktörlerin dikkatini çekmiş ve sorun sınır ötesi bir niteliğe bürünmüştü. Yeni rejimde Kürt kimliğinin ulus-devlet inşasında yok sayılması, baskılanması, çarptırılması ya da farklı unsurlar ile ilişkilendirilmesi meseleyi bir kimlik problemine dönüştürmüş ve Kürt “realitesi” oldukça geç bir dönemde dile getirilmiştir. Merkez-sağ siyasi aktörler, sahip oldukları popülist dil üzerinden Kürt kimliğine yönelik yumuşak bir dil kurmuş olsalar da politik kırılganlıkları, devlet ile olan göbek bağları sebebiyle sorunu çözmekten uzak kalmışlardır. Milliyetçi siyaset ise konuyu büyük oranda terör sorunu çerçevesinde ele alarak çözümün merkezinden uzaklaşmıştır. İslamcı siyaset, dinî kodlar aracılığıyla Kürt kimliği ile rabıta kurmaya çalışsa da rejim nezdindeki “defosu” sebebiyle sistemin kenarında kalmaya mahkûm edilmiştir. Kemalist siyaset ise ancak sosyal demokrasi ile kurduğu rabıta oranınca meseleyi ele almış ve anlayabilmiştir. Bugün itibarıyla ülkeyi yöneten AK Parti’nin, rejim ile olan mesafeyi tersine dönüştürdüğü, devlet aklına yön verdiği söylenebilir. Bu bir imkân olduğu kadar aynı zamanda risktir. Çevreden gelen, toplumcu görüntü sergileyen AK Parti, erken dönemde, sorunun varlığını büyük oranda bir demokrasi perspektifinde ele alarak Kürt meselesini çözme gayreti göstermiş, fakat yukarıda bahsettiğimiz üzere süreç müspet anlamda nihayete erdirilememiştir. Haklar düzeyinde katedilen mesafe, çözüm sürecinde kazanılan tecrübe, Türk siyasal hayatı açısından paha biçilemez bir niteliktedir. Çözüm konusunda neyin yapılacağı ya da yapılmayacağı, nasıl bir yol katedileceği, neler ile karşılaşılabileceği noktasında elimizde önemli bir veri olduğu ortadadır. Bugün itibarıyla zorluk, meselenin salt terör başlığı altında ele alınması, PKK’nın tasfiyesi üzerinden konuşulmasıdır. Sürecin bir üst kod dâhilinde ele alınması gerekmektedir. Anayasa mühendisliği sürecin bir parçası olabilir, fakat meseleyi buraya indirgemek önemli bir risktir.
Öncelikle, ülkenin demokrasi iklimini geliştirmek suretiyle sürecin yönetilmesi gerekmektedir. Tek başına, doğrudan bir terör örgütünün tasfiyesini beklemek kolay olmadığı gibi sürecin muhatapları açısından ikna edici değildir. AK Parti’yi bekleyen açmaz, devlet ile yaşadığı yoğunlaşmaya bağlı olarak otorite dilini daha keskin kullanması, “devletin partisi” MHP ile birlikte daha devletçi, yukarıdan bir söylem geliştirmesidir. Böyle bir yaklaşımın demokrasi iklimine katkı yapamayacağı, ikna edici bir mahiyette olmayacağı ortadadır.
15 Temmuz sonrası “Cumhur İttifakı” çerçevesinde üretilen “savunmacı/devletçi” dil, büyük oranda AK Parti’nin toplumun önemli kesimlerinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bunlardan en dikkat çekeni, düne kadar AK Parti’yi iktidara taşıyan Kürt toplumsal unsurlarıdır. AK Parti bu bağı kurmayı tekrar başarırsa sadece iktidarını tahkim etmekle kalmaz, demokratikleşmeye, çözüm sürecine ve nihai olarak örgütün tasfiyesine de katkı yapar.
Türk siyasetinde, rol değişimi sadece çevrenin merkeze taşınması şeklinde değil, merkez aktörlerin çevreyi anlama ve buna bağlı olarak pozisyon alması şeklinde cereyan etmektedir. Kürt meselesinden özenle uzak duran, tarihsel anlamda sorunun kaynağında yer alan CHP’nin belli bir süredir geliştirdiği toplumu anlama çabası oldukça değerlidir. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “bölgeye” yapacağı geziler, S. Demirtaş ziyareti, Kürt kökenli aktörler ile kurulan dil çözüm sürecine katkı verecektir. Kemalist siyasetin parlamenter aktörü olan CHP’nin süreç içerisinde olması, Türk demokrasisinin gelişimi açısından anlamlıdır. CHP için önemli risk, liderliğin parti örgütlerini ve toplumsal odakları nasıl ikna edeceğidir. Mesele ulus-devlet süreciyle yakından ilişkili olduğundan Kemalist aktörler ve odaklar sürecin ihtiva ettiği yüzleşme boyutundan özenle kaçınmakta, konuyu reel politiğin gündemine sıkıştırmaktadırlar. Süreç sağlıklı işletilirse Kemalizm’in arınmasına, dönüşümüne de katkı yapacaktır.
Çözüm sürecinin akamete uğramasında sınır ötesindeki Kürtlerin tutumu oldukça etkili olmuştu. Konuşulan, murat edilen ile sahada işleyen sürecin farklı bir yere gitmesi masanın devrilmesi ile sonuçlanmıştı. Özellikle Suriye’de çökmüş devletin arkasından yaşanan boşluk kapma yarışı/tutumu, kanton söylemi sürecin inkıtaa uğramasında başrol oynamıştı. Bugün sorunun kaynağının sınır ötesine kayması benzer bir riski barındırmaktadır. Birincisi, Suriye’de tahrip olmuş bir rejimin açtığı alan üzerinde var olan Kürtlerin tutumu oldukça önemlidir. Sınır ötesi Kürtlerin ne düzeyde Türkiye’deki unsurlar ile aynı hedefi paylaştığı/paylaşacağı soru işaretidir. Suriye’deki Kürtlerin ABD-İsrail hattı ile kurduğu/kuracağı hat, çözümün önündeki en büyük riski teşkil etmektedir; buranın doğru yönetilmesi gerekmektedir. İkincisi, Kandil ve Batı’daki Kürt diasporasının ne düzeyde içerideki Kürtler ile senkronize olacağıdır. Kandil’in özerklik söylemi, diasporanın “konforlu” alanı Türkiye’deki denklemi zorlayabilir. Öcalan’ın diğer unsurlar üzerindeki tesiri, söylem kapasitesi de tartışma konusudur. Meselenin Öcalan üzerinden inşa edilmesi önemli bir risk olarak durmaktadır. Bu risk, içeride de mevcuttur; S. Demirtaş kadar diğer Kürt aktörlerin de konuşulabilir olması, Kürt elitlerinin sürece dâhil edilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak, Kürt meselesi ülke gündemini yoran, ağır iktisadi ve siyasi maliyetler üreten bir konu olduğu gibi Türkiye’nin stratejik konumu itibarıyla bölgesel ve küresel bir risk de barındırmaktadır. Modernleşme krizinin birçok problemini çözen Türkiye, mesafe katettiği bu meseleyi de ivedilikle çözmelidir. Meselenin ötelenmesine bağlı olarak hem mahiyet değiştirmesi hem yeni maliyetler üretmesi olasıdır. Önceki tecrübelerinden hareketle konunun psikolojik blokajını kıran Türkiye, meseleyi demokratikleşme çerçevesinde ele alarak hitama erdirmelidir. Birçok aktörün benzer dili konuştuğu bugünlerde Türk siyaseti önüne gelen fırsatı ıskalamamalıdır.