Öcalan’ın mesajı ve 'bişey çıkmaz' tavrı

DEM Parti adına İmralı’ya gidip Abdullah Öcalan’la üç saat süren görüşen Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in maddeler halinde, ayrıntıya girmeden açıkladıkları “Öcalan’ın mesaj”ında neler söyleniyor, neler söylenmiyor, neler nasıl söyleniyor da neler kastediliyor, top kimde, kim kime atıyor, vs… gazeteciler ve her meşrepten yorumcular bize bunları izah ediyor. “Mesaj”ın kastettikleri, etmedikleri, nelerin ne anlama geldiği vs. hususlarında meslektaşlarımız İrfan Aktan’la Ali Duran Topuz’un söyleşisini izleyebilir, nesnel ve doyurucu açıklamaları orada bulabilirsiniz. Yani dünyadaki ve hattâ dünya oluşmadan önce kainattaki her hadise hakkında yazıp çizmesi sadece bir hak ve yetki değil yükümlülük de olan köşeyazarınız bu izahat faslından imtina ediyor. Aslına bakarsanız becerebileceğimi de sanmıyorum.

O halde mevzuya niye giriyorsun? Şundan: Meselâ yukarıdaki gibi söyleşiler esnasında izleyenlerin yazdıkları yorumları okuyorum, sosyal medyadan savrulan ve ne yazık ki havada birbirleriyle çarpışıp un ufak olarak alçak toz yığınları haline gelmeyen, aksine, gelen geçenin ayağına takılan, kaldırım taşı kıvamındaki çokbilmişlikleri, ukalalıkları, hakaretâmiz çıkıntılıkları kaydediyorum. Meslekî bakımdan çokbilmişliğe “ehil” ve özellikle bu alanda gerekli “kararlılığa sahip” şahsiyetlerin, yarım dakika kulak kabarttığınız anda, onlarınkinden farklı şeyler düşünürseniz okulda okumuyorsanız bile sınıfta bırakılacağınız izlenimi veren, kaldırım taşı ne kelime, beton blok kıvamındaki kendinden eminliklerine fazla tahammül edemiyorum. Zaten doktor yasakladı. Çubuklu ahkâmla birlikte alındığında bunlar bünyede kalıcı hasarlar yapabiliyor. Ancak ‘olmaz’, ‘istemeyiz’, ‘asıl biz istemeyiz’, vs. dense de Türk-Kürt beraberliğini, günümüzün en değerli kupon arazisi olan kendini bilmezlik sahasına çoktan penceresiz gökdelenler şeklinde dikmiş kadronun havası, edâsı, kızdığı, sevdiği, istemediği… toplumla derdi olan herkes gibi bendenizi de ilgilendiriyor.

“Öcalan’ın mesajı” olarak ilk adımda açıklanan metin şüphesiz genelliğiyle, kapalılığıyla, birçok değişik yoruma meydan bırakıyor. Dolayısıyla sorun herkesin oradaki her sözden ayrı anlam çıkarması değil. Herkesin, hemen her olay, olgu, kişi, kuruluş, etkinlik, eylem, faaliyet… hakkında yapıldığı üzre, bu mesajı da kendi görüşünü, tavrını doğru, takıntısını, hezeyanını haklı çıkarmak için malzeme haline getirmesi.

İktidar propaganda aygıtının yarattığı kirliliği de kenara süpürelim: Bunca zaman sonra, beklenmedik bir şekilde girilen yolda, Öcalan’la “Kürt Partisi” siyasetçilerinin ilk temasından hemen sonra devir değiştirici, çığır açıcı birşeyler olmasını beklemek abes değil mi? Bizzat muktedirler bile bu işin öyle İmralı’ya bir gidip gelmeyle, tek görüşmede, ayrıca sadece Öcalan’la görüşülerek ve onun yapacağı tek çağrıyla halledileceğini ummazlar. Kim o kadar saftirik olabilir? Yaratılan bu şipşak çözüm beklentisi -eğer varsa, muhtemelse- bütün ciddî çözüm çabalarının önündeki ciddî engellerden biri. Bu yüzden bundan bir an önce kurtulmak gerek. Bu havayı yaratana şüpheyle bakmalı, “uzattığımız eli tutmadılar” tezgâhını hazırlayanlardan biri saymalıyız onu.

Gelelim bizim kaldırım taşçı, beton blokçu topluluğa. Birileri üçkağıda sarılmış şu “Kürtler AKP’yle anlaşmış” sakızını ısrarla çiğniyor. Yahu hışırı çıktı sakızın; ne tadı kaldı ne kokusu, artık ağızda dağılan sevimsiz bir ufak kütle haline geldi, hâlâ çiğniyorlar, dişlere yapışır o! Mazallah birşeyler yerinden oynayacak diye korkuyor olmalılar. Veya Kürtlerin şu ya da bu şekilde Türklerle eşitleneceği bir platform inşa edilirse diye. Bu tiplerin çoğu hem milliyetçi hem devletçi, “Türklük” diye bir dertleri ne kadar var, belirsiz; muhtemelen azdan çoğa bir yelpaze oluşturuyorlar. Ama esas dert, kendilerine karşı birşeyler elde etmek için mücadele eden birilerine bu istediklerini vermeme hak ve yetkisini kaybetme kaygısı. Bu derin psikolojik mevzuya fazla dalmadan geçiyorum.

Esas dertleri karşılığının gerçekliği belirsiz üstünlük duygusunun ellerinden alınması olanlar kategorisinde, bu sözde muhalif grup, pekâlâ, kendini iktidara ait sayan milliyetçilerle buluşabiliyor. Kürtler=PKK denkleminin dışına çıkamayan veya çıkmayan faşizan-milliyetçi güruh, “Sayın Öcalan”ın “Sayın Bahçeli” ile şu ya da bu konuda uyuştuğu bir ortamdan elbette fazlasıyla rahatsız. Tıpkı yukarıda sözü geçen, daha çok büyükşehirli “modern muhalif”ler gibi onlar da, gerçekte sadece bu görüşme, mesaj alma-verme, istişare turları yapma… vs. süreçlerinin bir an önce tıkanmasını, Kürtlerle ilgili herhangi bir olumlu adım atılmamasını da değil, mümkünse Kürtlerin “biz vazgeçtik, Güney Kutbuna göçüp İnuit olacağız” diyerek bir anda yok olmasını umuyorlar.

Kürtler tarafındaysa, bunca gadre uğramışlığın, tekrar tekrar yok sayılmışlığın, vaatlerle kandırılmaya kalkışılmışlığın etkisiyle beklentisi düşük, morali bozuk, “yine bişey çıkmaz” havasına girmesi kolay, bu yüzden umutsuz olan insanları kendi hallerine bırakalım. Çünkü maneviyat bakımından kesinlikle haklılar. Ancak yeryüzü gerçekliğinde yaşama koşulları hakkında az buçuk fikir sahibi, özellikle bu karmakarışık bölgede siyaset denen şeyin yürütülüş şartlarına dair birşeyler bilen, fakat buna rağmen herkesi “bişey çıkmaz”a ikna etmek için didinen kimselere ne diyeceğiz? Bu grup, en büyük kötülüğü, hiç değilse çocukları, torunları için daha iyi bir hayat kurabilme arzusu taşıyan Kürt nüfusun “belki bu defa…” diyerek az buçuk da olsa umutlanmasının doğuracağı olumlu enerjiyi doğmadan boğmak dışında ne yapıyor? Hiç. Çünkü varolduğu dışında hakkında pek bir şey bilmediğimiz hâlihazırdaki “süreç”in herhangi bir olumlu sonuç yaratabilmesi her şeyden önce toplumun saplantılarının, takıntılarının, endişelerinin giderilmesine, zorla yerleştirilmiş alışkanlıklar yüzünden başta yadırganacak bazı adımlar atılsa belki herkesin daha iyi yaşayabileceği duygusunun yeşermesine bağlı. Olumlu enerjiyi boğma konusunda, iki tarafta da fazlasıyla radikal ve politik gözüken, gerçekteyse apolitikliğin daniskasını sergileyen tutucu -evet, tutucu- grupların bağırtısı başka sesleri bastırmamalı.

Ve bu koparılan yaygara asla insanları fuzulî iyimserlik ve mesnetsiz iyi niyetin tehlikelerinden koruma amacı gütmüyor. Kendilerinin rol oynayamayacağını kestirenlerin oyunu bozma hırsı gibi, buradaki. Hiçbirimiz bu alandaki hiçbir oyuna iyimser beklentilerle gözü kapalı dalacak kadar hıyar değiliz. En azından artık değiliz. Bu açıdan, ihtiyatlı uyarıcıları baş tacı etmeli, ama bozguncu tutuculara aldırış etmemeliyiz, diye düşünüyorum.

Çünkü, onların konusu gerçekte olan biten değil, amaçları da herhangi bir sorunu çözmek değil. Türkler cephesinde Kürt sorununa ilişkin genel tavır hâlâ, “yok dersek yok olur” diye özetlenebilir. “Terörle mücadele” adı altında yürütülen her ne varsa hepsi bir yanda sürerken öbür yanda ikinci el araba piyasasıyla falan meşgûl olunabilir. Roboski Katliamı’ndan iki gün sonra İstanbul’da sokakta çılgın yılbaşı şenlikleri yapılabilmişti yani.

Kürtler cephesindeyse, apolitik-tutucu ve saldırgan zevatın -eğer kendilerini kandırmıyorlarsa- herkesi kandırmaya çalışır gibi bir havası var. Türk tarafındaki “yok dersek yok olur”a karşılık düşen “var dersek var olur” tavrı bunu yaratıyor. Dünyanın gerçek koşulları, civar devletler, süren ya da şimdilik durmuş ama tekrar başlayıp başlamayacağı, yayılıp yayılmayacağı belirsiz savaşlar, dört ülkeye bölünmüş Kürt varlığının her parçasının kendi özel sorunları ve şartları, bu parçalarda hakim siyasî çizgiler arasındaki ayrılıklar, bütün Kürt halkı adına söyleyebilen-eyleyebilen tek siyasî mercinin bulunmayışı, dünyanın en kalabalık Kürt nüfuslarının Türkiye’nin batısındaki bazı şehirlerde yaşıyor oluşu; ayrıca bugüne kadarki siyasî mücadelelerin yürütüldükleri ülkelerin halklarıyla ilişkisi… Hesaba katılması gereken dünya kadar etken sayılabilecekken, bazı gruplar, nasıl oluyor da, kızdıkları Kürt siyasetçilerini sanki ortada çok daha iyi pek çok seçenek varmış da onlar tutmuş kötüsünü seçmiş gibi suçlayabiliyorlar? Üstelik doğrudan Öcalan’a söylenemeyenler, daha kolay lokma sayılan birilerine doğru savrulabiliyor. Nereye varacak bu reddiyeci tafra? Kuzey Suriye’ye TSK harekâtını önleyebilmek için, gerekirse Kobani bölgesinden her türlü silahlı gücü çıkarmayı öneren Mazlum Abdi de mi payını alacak meselâ hakaretlerden? Ne yapsın insanlar, somut koşullara göre çare arıyorlar işte. Bazılarının yazdıklarını okurken çok şaşırıyor ve yadırgıyorum: bunca çile çekmiş ve hâlâ huzura ve güvenliğe kavuşamamış bir halktan birileri nasıl olup da böylesine tasasızca, umursamazca atıp tutabiliyorlar? Çünkü bu tür tavırlar ancak kendi canını acıtmayan meselede kendini doğrulama ve tatmin amacıyla yattığı yerden sallayanlarda görülür.

Örnek vermek isterim. İzmir’de yaşayan bir adam -profilinde kendi belirtmişti-, hatırlayamadığım bir olay vesilesiyle, “Bu teröristler güzel Mardin’i de mahvetti” türünden bir mesaj atmıştı sosyal medyaya. Laf bundan ibaret değildi, beni ne dürttü, hatırlamıyorum, kendisine “Mardin’e gittiniz mi?” diye sormuştum. “Gidemiyoruz ki terör yüzünden,” diye cevap vermişti. “Yahu ne var, gidip turistik gezi yapacaksınız,” diye yazdım. “Mardin’in içinde bir sorun yok ki. Herkes gidiyor. Otobüslerle gidiyor millet.” Ya cevap vermedi ya da öyle saçmasapan bir şey dedi ki, orada bıraktım, onu da hatırlamıyorum. Bahse girerim ki, bu adam da şu anda, “Bu Kürtler iktidarla anlaştı!”, “Kürt devleti kuracaklar!”, “BOP’un bilmemnesi!”, “Teröristbaşı Gazi Meclis’e giremez!” korosunda yerini almıştır.

Diyeceğim, oturduğu yerden sallama tavrını kendine hak gören, yani aslında “Türk sorunu” diye adlandırmamız gereken sorunun yaratıcılarından olan kimilerinin “bişey çıkmaz aabi yeaaa!” demesi, dangıllık ama beklenmedik değil. Develere bakan Trakyalılar fıkrasındaki gibi “onlar öyle beyaa”! Fakat sadece bu ülkede değil, bu bölgede canı çok yakılmış insanlar, Kürtler. Kendilerini daha iyi hissetmeleri doğrultusunda en ufak adım atılabilecekse bu şansı zorlamak değil mi doğrusu? Yani “bişey çıkmaz” değil de, “acaba ne yapılırsa nereden ne kadar ne çıkabilir?” demek. Elbette kimsenin aşırı heveskârlığa, somut adım görmeden mesnetsiz iyimserliğe kapılmaması yönünde uyarıları eksik etmeden…

(NOT: “İyi diyelim iyi olalım”daki anlamda, bütün okurlarıma iyi seneler dilerim.)