Suriye’de durumdan vazife çıkarmak

MİT Başkanı İbrahim Kalın’dan sonra vakit geçirmeksizin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da geçtiğimiz hafta sonunda Suriye’yi ziyaret ederek yeni yönetimin lideri Golanlı Ahmet Şara ile bir araya geldi. Böylelikle Hakan Fidan HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılmasını beklemeden Suriye’ye giden ilk Dışişleri Bakanı oldu. Görüşmeye girmezden önce Fidan ve takım elbise giymiş, sakalını budamış, kravatlı Şara birbirlerine öyle bir sarılıp kucaklaştılar ki hiç de ilk kez karşılaşıyormuş gibi bir halleri yoktu. Sanki uzun bir süre ayrı  kalmış kırk yıllık iki ahbap gibiydiler.

Şimdi sıra Süleyman Şah Türbesi’nin Suriye toprakları içerisindeki eski yerine nakledilmesinde. Sonrasında da en kısa bir süre içerisinde Cumhurbaşkanı Erdoğan da Şam’daki Emevi camiinde Cuma namazını eda edecektir. Belki yarın, belki yarından da yakın…

Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden sonra ver coşkuyu Suriye’ye

8 Aralık’tan bu yana Suriye’de yaşananlar, bana Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin 1991 yılında bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Türkiye’nin bu ülkelerin yeniden yapılandırılması, uluslararası camiada kalıcı olmaları ve ekonomik kalkınmaları için yaptıklarını hatırlattı. Dışişleri’nde Bağımsız Devletler Topluluğu Daire Başkanı olarak görev yaptığım o dönemde, Azerbaycan’ın ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin bayraklarını Türkiye’de diktirip, pasaportlarını, paralarını Türkiye’de bastırmıştık. Subaylarını Harp okullarında eğittik. Her bir cumhuriyetten 10 bin öğrenciye burs vermek gibi çok iddialı vaatlerde bulunduk. Şimdilerde de aynı coşkuyu Suriye için yaşıyoruz. Tüm Türkiye seferber olmuş yardıma hazırlanıyor. Fidan’dan sonra diğer bakanların da önümüzdeki günlerde Suriye’yi ziyaret etmeleri bekleniyor. Başta Kızılay, AFAD, TİKA olmak üzere STK’larımızın çoğu Suriye’de çalışmaya başladılar bile. Halep, çantasını kapan Türk iş adamlarıyla dolup taşıyor. İş adamı kisvesi adı altında ilk günlerde Orta Asya’yı dolduran fırsatçıların, yerine getirmekte zorlandıkları boş vaadler sonradan başımızı çok ağrıtmıştı. Umarım aynı hatalar Suriye’de tekrarlanmaz.

Yeniden yeni Osmanlıcılık mı?

Suriye’deki gelişmeler hafızalarda “Dış politikada yeniden Osmanlıcılık mı?” sorusunu akla getiriyor. “Gönül ve kültür coğrafyamız”, “360 derece dış politika”, her kıtada ayak izleri bırakmak”, “Türkiye, Türkiye’den büyüktür”, “Şam’a göz dikenlere Kudüs’te, Osmanlı şamarını hatırlatmak” gibi söylemler eminim İsrail’den çok Memaliki Osmaniye’deki diğer ülkeleri daha fazla korkutuyordur.

Bir çoğumuzda, Osmanlı yönetimi altında yaşamış ulusların o günlere özlemle baktıkları ve Türklere bayıldıklarına dair yanlış bir izlenim var. Hafta başında deneyimli gazeteci Mehmet Y. Yılmaz bu sitedeki, “Müstemleke valisi mi büyükelçi mi?” başlıklı yazısında Şam Büyükelçiliği geçici Maslahatgüzarı’nın “Suriye ile Osmanlı dönemindekine benzer bir ilişkiye sahip olacağımızı” söylerken ne büyük bir hata yaptığını dile getirerek doğru bir gözlemde bulunmuş.

Balkanlardaki Osmanlı algısı da Orta Doğu’dakinden çok farklı değil. Bulgarlar, milli günlerini kutlarken birkaç yıl öncesine kadar, “Osmanlı boyunduruğundan kurtulmanın yıldönümü” diye davetiye dağıtırlardı. Makedonlar, Üsküp’te adım başı bir milli kahramanlarının heykellerini; şehrin en yüksek tepesine de her yerden görünebilecek şekilde dev gibi bir haç diktiler. Yunanlılar, Selanik’te 320 camiden hiçbirini ayakta bırakmamışlar. Sırplar Avrupalılara “Osmanlıyı Belgrad’da biz durdurduk” diye caka satarlar. Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türkülerine konu olan Estergon Kalesi’nin 150 yıl Osmanlı hükümranlığında kalmış olduğuna bin şahit ister.

Adamların unutmak istedikleri tarihlerinin bir dönemlerini biz de gözlerine sokarak ilişkilerimizi geliştireceğimizi zannediyoruz.

Türkiye ile Suriye arasında münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalanması mümkün mü?

Bir de fırsattan istifade görevden vazife çıkararak eski defterleri açmak isteyenler var. Henüz topraklarının tamamı üzerinde egemenliğini tesis edememiş, Birleşmiş Milletler tarafından meşru Suriye hükümeti olarak tanınmamış Suriye’nin yeni yönetimi ile alelacele “Münhasır ekonomik bölge anlaşması imzalamalıyız” diye ortaya atılanlar oldu. Yayınladıkları harita göze hoş görünse de ne Türkiye’nin bugüne kadar izlediği resmi pozisyonuna ne de uluslararası hukuka uygun. Türkiye’nin 18 Mart 2020 tarihinde Birleşmiş Milletler’e ilettiği ve Suriye ile deniz yan sınırını da içeren haritayı yok sayıyor. Kıbrıs Adası ve KKTC’yi haritadan silerek, Türkiye’yi Lübnan, İsrail ve Filistin ile denizden sınırdaş yapıyor. Türkiye’nin taraf olmadığı 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121. maddesi adaların da ana karalar gibi deniz yetki alanlarına (karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge) hakkı olduğunu hükme bağlamakta. Ancak deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında mahkemeler hakkaniyet ilkesine göre, adalara sınırlı yetki verebiliyor. Mahkemeler bunu yaparken adaların ana karalarından uzaklıkları veya kıyı cephelerinin uzunlukları gibi faktörleri dikkate alır. Bu faktörler Türk tezlerinin de ana dayanağı. Nitekim Meis Adası uluslararası yargıya taşınacak olsa, çok muhtemelen Türkiye’nin görüşleri doğrultusunda bir karar çıkacaktır. Bununla birlikte, Kıbrıs Adasına Meis muamelesi yapılmasının savunulur bir tarafı yok. Bugüne kadar Malta’nın İngiltere’nin Japonya’nın deniz yetki alanlarını yok sayan bir ülke olmadı. Şimdi Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin açık hükmüne rağmen Kıbrıs gibi üzerinde iki devlet barındıran büyük bir adanın deniz yetki alanı yoktur diye ortaya çıkmak, Kıbrıs Adası yok gibi hareket etmek her şeyden önce KKTC’nin haklarını göz ardı etmek anlamına gelir. Bu tür maksimalist taleplerde bulunmak Türkiye’nin uluslararası hukuka dayanan haklı tezlerine faydadan çok zarar verir. Rum/Yunan ikilisinin de ülkemizi uluslararası hukuka saygı göstermeyen korsan devlet olarak tanımlamaya çalışan propagandasına hizmet eder, ekmeklerine yağ sürer. Daha da önemlisi terörle mücadele, mültecilerin dönüşü, ülkenin yeniden imarı gibi Suriye’deki önceliklerimizin hayata geçirilmesinde uluslararası toplumu yanımıza çekme gayretlerimizi de olumsuz etkileyecektir.

Ege ve Doğu Akdeniz’deki mevcut sorunlar çok karmaşık ve çetrefilli bir mahiyet arz eder. Suriye ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması, sıradan bir ulaştırma anlaşması değildir. Böyle bir anlaşmanın hazırlanması, müzakereleri, sonuçlandırılması siyasi iradenin yanı sıra teknik bilgi ve uzmanlık gerektirir. Bu birikim de devlet içerisinde bir başka yerde değil, Türkiye’nin dış ilişkilerini yürütmekle görevli Dışişleri’nde mevcuttur.