99 depreminde yaşadığımız sorunların daha geniş ölçekte hemen aynısını son depremde de yaşadık maalesef. Yerel seçimlerde öncelikli konunun, deprem riskine karşı kentsel dönüşümün gerçekleşmesi olduğuyla ilgili bütün partilerimiz arasında neredeyse tam bir mutabakat var. O halde bu itiş kakış da neyin nesi? Gelen siyasi depremin bile farkında değilsek, jeolojik depremlere karşı nasıl önlem alacağız?
Muhalefet iktidara, “Bu kadar biliyordun da niye adım atmadın?” derken, iktidar da ancak seçmen kendisine destek verirse adım atacağını ima etmiş bulunuyor.
Depremin yaralarının sarılması ve geleceğin birlikte inşa edilmesi, artık uzunca bir zaman gündemimizin öncelikli yegâne konusu olmalı gibi gözüküyor.
99 depreminden kurtulanlar, “Biz geride kalanlar” diye cümleye başlıyordu. Geride kalanlar çok iyi biliyor ki değişen kalıcı bir gelişme olmadığı gibi bu arada sadece sorunların boyutu büyüdü. O dönemde Yunanistan’dan Synaspismos’un genel başkanı Alekos Alavanos’la deprem bölgesini ziyaret ettiğimizde, yurttaşlarımız kendi yöneticilerinden önce komşunun siyasilerini görünce çok şaşırmışlardı.
İnsan beyninin iki önemli fonksiyonu var, unutmak ve ummak. Umudu örgütlemek için olan bitenin unutulmasına, unutturulmasına izin vermemeliyiz. Batı dillerinde de “amnezi”, yani unutmak ile “amnesty”, yani affetmenin kökleri aynı. Bizler unutmayalım ki sorumluların vicdanlarda, hukukta ve siyasette affı söz konusu olmasın.
Bir doğal, biyolojik hafızamız; bir de inşa edilen toplumsal hafızamız var. Hafızamızı boşaltmalarına, istedikleri gibi üstünde oynamalarına izin vermemeliyiz. Balıkların hafızası üç saniye olduğu için, dördüncü saniyede her zaman küçük balık büyük balığın kurbanı oluyor. Atalarımız boşuna dememiş “Bir yerden bir daha düşersen, bil ki kabahat senindir” diye. Bizi hak etmediğimiz bu duruma bir daha düşürmelerine asla izin vermemeliyiz.
Hamaset ve Atalet
Hatay’ın bugünkü hâli ortada. “Biz çadır devleti değiliz” diyenlere keşke çadır devleti olsaydık da herkesin zamanında çadırı olsaydı demesi geliyor insanın!
“Biz muz cumhuriyeti değiliz” retoriğini de sık sık duyabiliyoruz, keşke muz cumhuriyeti olabilseydik de yurttaşımız ithal muza mahkûm olmasaydı demek de mümkün. Hamasetin olduğu her yerde atalet, ataletin olduğu her yerde hamaset kaçınılmaz oluyor.
Depremin ilk 24 saatinde enkaz altında kalanların kurtarılabilme şansının yüzde 75 olduğunu ve her geçen gün bu oranın hızla azaldığını hepimiz öğrendik bu süreçte. İktidarın merkezileşmesinin zaafının, koordinasyonsuzluğun sonuçlarını yurttaşlarımız ağır bir şekilde canıyla ödedi.
99 depreminde biz parti amblemi kullanmayı doğru bulmayarak, Dayanışma Gönüllüleri ve Depremzede Dernekleriyle bir imece çalışması yapmıştık. Kadınlar ağırlıklı olarak bu sürecin taşıyıcısı olmuşlardı, ama bugün bakıldığında partilerin bu çalışmalarını kendi logolarını kullanılarak yapmaları pek yadırganmayan bir rutin oldu maalesef.
1998’deki Adana depreminde hastaneleri ziyaret ederken, daha çok erkek hastaların olması dikkatimi çekmişti. Meğer bunun nedeni kadınlar çocuklarına koşarken, erkeklerin canını kurtarma telaşıyla camdan atlamasıymış. Bu örneği Yaşar Kemal’le paylaştığımda, “Kolay mı camdan aşağıya atlamak, cesaret ister tabii” diye espri yapmıştı. Normal zamanlarda değil kriz durumlarında nasıl davrandığınıza bakılarak iyi hâl karnenizi alıyorsunuz.
Takdir-i Fâni
Yaşanan deprem felaketinin yeraltı boyutu takdir-i ilahi olabilir, ama deprem felaketinin yer üstü sonuçlarının bütün sorumluluğu takdir-i fânidir, takdir-i idaredir, daha doğrusu iktidarın takdirsizliği olduğu çok açık ortadadır.
Kendi beceriksizliğinizin, kendi yanlışlarınızın, ihmallerinizin faturasını yaradana çıkararak sorumluklarınızı perdelemeye çalışmak çok büyük bir ayıp ve günah olmalı. Evet, hepimiz topraktan geldik, ama bu kadar çamurlaşmanın da gereği yok gibi gözüküyor.
Başarının en güzel tanımı kendinizi gereksiz kılmak, yani kurumsallaşmayı sağlayarak, siz olmadan da işlerin yürümesinin mekanizmasını kurabilmektir. Her şey sizin iki dudağınıza tabi kaldığında, bunun sonuçları, sorumluluğu ve bilançosu apaçık belli ve bu dudaklar artık bu yükü taşıyamamaktadır.
Depremin hemen ertesi mikro düzeyde sıralanan çadır, hijyen vs. bütün ihtiyaçlara karşı, yine mikro düzeyde birçok karşı örnek verdiler, “işte burada, şurada bunlar temin edildi” gibi, ama makro düzeydeki plansızlık yurttaşımızın gözünde apaçık ortadaydı.
Zaten kriz dediğimiz şey, kamusal hizmetlerin toplumsal ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalmasının adıdır. Yönetimlerin toplumsal önceliklerde liyakate değil, sadakate dayalı tercihlerinin uyuşmamasının adıdır kriz.
Düzenin Yeniden Düzenlenmesi
Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında, sevgili Can Yücel’in “Ne kadar yalansız yaşarsak, o kadar iyi” dizesi keşke bugün de şiarımız olabilse.
Rahmetli Ecevit’in bir kitabının başlığı olan “Bu düzen değişmelidir” ifadesi gibi A’dan Z’ye çürüyen her şeyin dönüştürülmesi gerekiyor. Yani düzenin yeniden düzenlenmesi gerekiyor.
Böyle bir olumlu izlenim ediniyor muyuz? Sanmıyorum. Yurttaşın böyle bir beklentisi kaldı mı? Hayır.
“Zihniyet değişmelidir” denildiğinde aslında kimse buna itiraz etmiyor, ama herkes kendi zihniyetinden memnun olduğu için bir başkasının zihniyetinin değişmesini bekliyor. Oysa hepimiz kendimizden başlayarak yüzleşmeli, herkese örnek olmalı, yönetimlerin yüzsüzleşmesine, yüz göz olmasına pabuç bırakmamalıyız.
Seçimlerden sonra bütün şehirlerimizdeki bu plansızlığa son verme konusunda bir izlenim ya da irade neden göremiyoruz? Demirel, 60’lı yıllarda “Plan değil, pilav” derdi. Biz ise “Hem plan, hep pilav” diyerek kolları sıvamalıyız. Kendi planı olmayanların başkasının planının ya da plansızlığının kurbanı olması kaçınılmazdır.
81 şehrimizin de çirkinlikte, plansızlıkta birbirine benzemesi kaderimiz olmamalı. Benzer insanlar benzer şehirleri, benzer şehirler benzer insanları yaratıyor sanki. Bu fasit daireyi kırmak zorundayız. Her şehrin homojenleştiği bir coğrafyada heterojen, çoğulcu bir politik kültürü nasıl yaratacağız? Elimizdeki güzel örnekleri çoğaltmak gerekiyor.
Erdoğan, “Dikey değil, yatay mimariyi esas alacağız” diyor, bunun bugün söylenmesinin nedeni sadece intikal meselesi değil, dikey mimari için mesela İstanbul’da artık yer kalmadığı gerçeğinin alenen ortada olması. Yatay mimariden anlaşılan da, denizlerin yatay olarak doldurulup inşaya açılmasından başka bir şey değil gibi görünüyor. Yoksa İstanbul’da bu denli nüfus yoğunlaşması ve deprem tehlikesi varken, bir de bunların yanına “Kanal İstanbul’la 5 milyonluk bir yerleşim daha yapacağız” denmezdi. Bugün seçim vaatleri arasında artık Kanal İstanbul’un olmaması bile çok manidardır.
“Herkesin notunu tuttuklarını” söyleyebilenlere karşı en güzel yanıt, seçmenin gereken notu vermesi olur.
Bazılarının amel defterinde günah haneleri çoktan dolup taşabiliyor.
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek kötülükle mücadelemiz devam etmeli, yılgınlığa, yorgunluğa kapılmamalıyız. Unutmayalım ki “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusunun tek bir yanıtı var, “Biz ne yaparsak, o olacak.” “Bu toplumdan bir şey olmaz” diyenler, aslında kendilerinden bir cacık olmayacağını da ima etmiş oluyorlar.
Kötülüklerle mücadelede yurttaşın kararlı iradesi dışında başka bir seçenek yok artık. Yani her seçimde önümüze paraşütle getirilen adaylar tek seçenek değil, tek seçenek ‘biz’iz. Bu düzeni düzeltmenin yolu bizden geçiyor. “Şimdi sırası değil” diyen mazeret tellallarına de kulak asmayın, çünkü o sıra 40 yıldır hiç gelmedi, bu gidişle de gelmeyecek. Sıraya/hizaya girmeyi reddedenlerin, sıradan çıkma cesareti gösterenlerin elinde farklı bir gelecek inşa etmek.
Bu ayın sonundaki seçimlere yaklaşırken, tam da 8 Mart’a girerken, bu konuda en çok da kadınlara güvenebiliriz. Bu düzensizliği düzeltme mücadelesinde en çok onların iradeleri, vicdanları, akılları ve yenilmez güçlerinden feyz alabiliriz. Sonrasında kendinizi Adana depremi örneği gibi hastanede bulmak istemiyorsanız, 31 Mart seçimlerine giderken mutlaka yanınızdaki kadınlara danışın.