Cumhuriyetin kurucu partisi olması, devlet yöneticilerinin aynı zamanda parti mensubiyeti, uzun süre kendisinden başka hiçbir siyasi aktörün var ol(a)maması, arkasından kurulan partilerin de mecburen kendi içinden çıkması gibi sebeplerle CHP, parti olarak ülkenin genlerinde, hala yaşadığı sorunlarda ve o dönem yapılan atılımlarda çok etkili oldu.
Çok daha farklı bir atmosferde kurulmasına, bir rekabet ortamında iktidara gelmesine ve kendisine hazır mutlak bir iktidar alanı sunulmamış olmasına rağmen AK Parti 2002’den bu yana gösterdiği etki ile CHP ile mukayese edilebilecek bir noktaya geldi.
AK Parti tecrübesi konuşulurken yapılan en temel hatalardan biri, tarihi galiplerin ve muktedirlerin kurgulamasının da etkisi ile, 2002’den bu yana geçen sürecin sadece ‘Erdoğan’ başlığı altında yorumlanması.
“Erdoğan’ın 2002’den bu yana verdiği demokrasi mücadelesinin evreleri”, “Erdoğan’ın dış güçlerle ilişkisinin Davos krizi merkeze alınarak izahı” ya da “iktidarın kullanımında Erdoğan’ın 22 yıllık pratik tecrübesi” gibi genelleyici ve tüm detayları yok sayan yorumlar AK Parti iktidarını bireysel bir başarı ya da başarısızlık hikayesi olarak kodluyor.
Partinin genel başkanı, hükümetin başbakanı veya hareketin lideri olarak Erdoğan’ın tutumu belirleyici bir öneme sahip elbette. Buradaki mesele, hem bütün bir parti, hükümet veya hareketin çaba ve emeğinin sadece Erdoğan’a mal edilmesi hem de Erdoğan’ın ortaya çıkan başarısızlık veya eksikliklerden soyutlanması.
Bu eksiklik bazen dikkate getirilse de AK Parti’nin geçmişinde dikkatten kaçan ya da görülmek istenmeyen ya da bilerek üstü örtülen unsur 2016’ya kadar iktidarın kırılma noktalarının bir kısmında Erdoğan’ın toplumsal beklenti ve AK Parti elitlerinin tam tersi yönünde durmasına rağmen ve Erdoğan dinlenmediği için başarının sağlanmış olması.
Bunun sebebi de o dönemlerde Erdoğan’a direnebilen bir ortak aklın devrede bulunması. Elbette Erdoğan’ın toplumdaki karşılığı, siyasal kararları kitleselleştirme gücü çok önemli idi. Hala da öyle. Ama öyle anlar var ki eğer onlarda Erdoğan’ın tercihi kabul edilmiş olsa bugünkü AK Parti tecrübesinden ve o dönemki başarılardan bahsedilemezdi.
Bunun ilk örneği hiç şüphesiz 1 Mart tezkeresi idi. AK Parti’nin seçilir seçilmez kucağında bulduğu ekonomik kriz, Avrupa Birliği üyelik süreci, Kıbrıs müzakereleri gibi her biri tek başına bir iktidar için ölüm-kalım meselesi olan başlıklardan daha büyük bir sınama vardı o da 60 bin Amerikan askerinin Türkiye’ye gelmesini, 300 civarında uçak ve helikopterin Türkiye’deki üslere konuşlanmasını öngören 1 Mart tezkeresi idi.
Bu hava gücü şimdiki Türk Hava Kuvvetleri’nin envanterinin bile neredeyse yarısı dersek nasıl bir güçten bahsettiğimiz anlaşılır. Erdoğan bu tezkerenin arkasında idi ve Amerikan askerlerinin Türkiye’yi bir üs olarak kullanarak Irak’ı işgal etmesine destek verilmesini istiyordu.
Başta Abdullah Gül ve Bülent Arınç olmak üzere partinin etkili isimlerinin karşı çıktığı bu tezkere çok küçük bir fark ile gereken sayıya ulaşılamadığı için reddedildi.
AK Parti’nin yerleşik düzen ve askeri vesayet ile en derin gerilimlerinden biri eşi başörtülü bir ismin yani Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi tartışmalarında yaşandı.
E-muhtıra akşamı Başbakanlık Konutundaki tartışmalar ve sonrasındaki açıklama Türkiye’ye 367 tartışmaları ve referanduma giden yolu açtı. Eğer mesele sadece Erdoğan’a kalsa Vecdi Gönül gibi askerleri mutlu edecek bir isim Çankaya Köşkü’ne çıkabilirdi.
Gül’ün Cumhurbaşkanlığına seçilmesi Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesi yolunda önemli bir eşik oldu. Bunda da ısrar sahibi Erdoğan değil Gül’dü.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede, "FETÖ'nün Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı açıktan giriştiği ilk operasyon" 7 Şubat 2012’de dönemin MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması idi.
Fidan’a ifadeye vermeye gitmemesini ilk kim söyledi, en net tavır alan kimdi muhataplar üzerine konuştu. Ama o dönem belirleyici olanın yine Gül’ün Fidan’a gitmemesi yönündeki net tavrının olduğunu bilenler biliyor.
2012’de başarılı olamayan ‘cemaat’ bu sefer 17-25 Aralık’ta yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile Erdoğan’ı devirmek istedi. O güne kadar askeri vesayet, dış güçlerin baskıları ve kimlik çatışmalarına en güçlü olduğu yere yani toplumsal meşruiyet zeminine dayanarak direnen AK Parti’nin en yumuşak karnından, yolsuzluk iddialarından geldi darbe.
Öyle ki AK Partili isimler, ne olursa olsun partilerini savunmakla gayr-i meşru bir odağın hukuk yolları ile giriştiği darbe girişimine sessiz kalmak arasında kaldılar. En kritik isimlerin ‘bu bakanlar istifa etmez ise biz yokuz’ resti olmasa idi Erdoğan suçlanan bakanların yanında durmayı tercih edecekti.
O hamlenin savuşturulması Erdoğan’ı toplum nezdinde aklamadı ama AK Parti iktidarının sürdürülebilirliğini sağladı. Hafızası güçlü olanlar bu örneklere birçok madde daha ekleyebilir.
En güncellerinden biri ise hendek olaylarında eğer dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu direnmese idi AK Parti iç güvenlik adına kendi şehirlerini çok daha ağır şekilde tahrip eden bir parti olarak tarihe geçebilirdi. Ya da Rus uçağının düşürülmesinde Beştepe bazı adımları atmasa, ya da atması gereken bazı adımları zamanında atsa Rusya-Türkiye krizi o kadar derinleşmezdi.
Amaç beyaz bir Erdoğan tarihini siyah ilan etmek ya da tersini yapmak değil. Mesele atılan her olumlu adımı tek bir isme yazıp Türkiye’nin son 22 yıllık tarihinin bireysel bir başarı hikayesine malzeme yapılmasının yanlışlığı.
Eğer yukardaki dönüm noktalarının birinde Erdoğan’ın talimatı tek doğru olsa idi tarih bambaşka akabilirdi.
Nitekim Erdoğan’ın tek başına karar aldığı 2016’dan sonra Türkiye’nin geçirdiği evreleri ve Erdoğan iktidarının siyasi ve idari performansını da her gün başka örnekler üzerinden yaşıyoruz zaten.