‘Kürt meselesini hem içerde hem dışarda lehimize bir koz haline getirmek için ne yapalım?’ arayışı nedeniyle iyice kızışan hükümet mahfilleri içindeki çekişme, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başdanışmanı Mehmet Uçum’un 14 Kasım akşamı Ekol TV canlı yayınında söylediklerinden sonra ortalığa saçıldı. Uçum gibi birinin Bahçeli’nin aldığı pozisyonu yorumlarken “PKK’nın bir Kürt siyasi hareketi olarak görülmesine yönelik geliştirilmiş bir devlet inisiyatifinin dili olarak anlaşılması gerekiyor” şeklindeki cümleyi yanlışlıkla kurmuş olma ihtimali yok.
Nitekim Uçum’un konumunu da haybeye laf etmeyeceğini de iyi bilen eski AKP Milletvekili Şamil Tayyar, “Konuya açıklık getirilmezse, devletin PKK’yı ‘Kürt siyasi hareketi’ olarak görmek için inisiyatif geliştirdiği anlaşılır” diye tepki gösterdi. Tayyar’ın çıkışının ardından topa Cumhurbaşkanı Danışmanı Ayhan Ogan girdi, Bahçeli’nin de Uçum’un da sözlerinin çarpıtıldığını ima etmeye çalıştı ama tam da beceremedi. Tayyar geri adım atmadığı gibi Uçum ve Ogan için “Soros’un Külliyedeki temsilcisi ve iki yamağına buradan sesleniyorum Yaptığınız her türlü alçaklığın farkındayım” sözleriyle ateşe odun attı. Sonra atışmaya Mehmet Metiner de dahil oldu ama hamasetin ötesine geçmeyen bir şeyler sayıkladı. Bana kalırsa asıl dikkat çeken yorum Mehmet Uçum’a yakın bir isimden, gazeteci Mehmet Çek’ten geldi. Çek, Şamil Tayyar’ı etiketleyerek şöyle yazdı: “Biz Amerika’ya konuşuyoruz. Cevap sizden geliyor.” Ve bu yazışmaların hepsi ABD siyasetinin yeni yıldızı Elon Musk’ın sözde ifade özgürlüğü platformu X üzerinde gerçekleşti.
“AKP-MHP ittifakı içindeki ‘asıl Amerikancı’ kim?” sorusunun cevabını tartışmanın taraflarına bırakarak ilerleyelim. “Erdoğan ile Bahçeli ne ölçüde sayfada?” tartışmasını da ekranlardaki dipsiz kuyulara havale edelim.
Ortaya çıkıyor ki işin asıl didiklenmesi gereken tarafına daha yeni geliyoruz.
Zira Uçum’a en yakın isimlerden biri şunu ima ediyor; 1 Ekim’den beri Devlet Bahçeli’nin eylem ve sözleriyle verilmeye mesajın ana muhatabı Amerika Birleşik Devletleri’dir.
Bu mesajın üzerindeki sosu, baharatı, etrafındaki garnitürleri falan temizlediğimizde hükümetin Washington’a “Biz Türkiye içinde PKK varlığını büyük ölçüde zaten bitirdik şimdi de işin siyasi boyutuna el attık. YPG/PYD Kürtlerin iradesini temsil etmiyor. Biz Kürtlerin iradesini temsil edenleri muhatap almaya da hazırız işte, siz Mazlum’un ekibini tasfiye edin” demeye çalıştığını düşünebiliriz. Yani aslında Ankara, bu kurguda Öcalan’a vereceği rol ile aynı hareketin kendi başına hareket edebilir bir parçası olma potansiyeline ulaşan YPG/PYD’yi etkisiz, vasıfsız ve nihayetinde hükümsüz kılmaya çalışacak.
Ankara’nın bu kurguya, Donald J. Trump’ın yeniden başkan seçilme ihtimalini kuvvetli görerek hazırlandığı ve tam da onun hoşlanacağı türden bir argüman geliştirmeye çalıştığı anlaşılıyor. En çok da karşı taraftakinin bir sorumluluk üstlenmeye hazır olduğunu gördüğü pazarlıkları seviyor Trump. Bir şey almadan bir şey vermeyi sevmiyor. 2016-2020 arasındaki ilk döneminde ülkesini bir şirketi yönetir gibi yönetmeye çalışmış ama tam da başarılı olamamıştı. ‘ABD A.Ş’ düşüncesini işletmek için bu kez daha güçlü ve hazırlıklı geldi, bunu da biliyor Erdoğan’ı bu yeni ‘açılım olmayan açılıma’ ikna etmeye çalışanlar.
Mehmet Uçum’un ‘paradigma değişikliği’ diye tarif ettiği bu ‘devlet insiyatifi’, bir noktada PKK’nın ‘terör örgütü’ olarak değil de ‘Kürt siyasi hareketi’ olarak tanımlanmasına kadar gidecekse ve bu daha bugünden söylenebiliyorsa, bu anlı şanlı bir çözüm sürecidir. 2013-2015 arasındaki metot yerine başka metotların denenecek olması motivasyonun bir ‘çözüm’ olduğu gerçeğini değiştirmez.
Ve eğer Erdoğan-Bahçeli ikilisi ana muhataplarından biri olarak da Washington’ı görüyorsa, Amerikalı muhataplar bu mesajı alır, sarıp sarmalar, zamanı geldiğinde destek de açıklar.
Ancak ABD’nin Türkiye içindeki bu tür bir gelişmeye sempatiyle bakacak olmasıyla YPG/PYD’yi ‘şak’ diye lağvedip arkasına bakmadan Suriye’den ayrılma ihtimali arasında kocaman bir makas var. Donald Trump gibi Suriye’den çekilmeye dünden razı bir Başkan için dahi o makas belki bugün 2019’dan çok daha açık çünkü İsrail-İran çatışması çoktan Suriye içine sıçramış durumda.
2019’u hatırlatıyorum zira Suriye’deki ABD askerlerinin sayısının 2000’den 1000’e düşürülmesinin yolunu açan şey 6 Ekim 2019’daki telefon görüşmesinde Erdoğan’ın Trump’a Afrin’e yönelik Barış Pınarı Harekatı’na başlanacağını bildirmesi olmuştu. Trump, TSK’nın harekâtı öncesinde o bölgedeki Amerikan askerlerini çektirmiş ancak ‘Erdoğan’a taviz verdi’ görüntüsünü kırmak için o meşhur ‘aptal olma’ mektubunu göndermişti. Türkiye açısından o mektubu o kadar ‘ağır’ kılan Trump’ın kullandığı seviyesiz üslup kadar mektupta Erdoğan’a “General Mazlum seninle müzakereye ve daha önce vermedikleri ölçüde taviz vermeye hazır” demiş olmasıydı. O da yetmemiş, Trump Erdoğan’a yazdığı mektuba bir de Mazlum’un kendisine yazdığı mektubun kopyasını eklemişti. Yani Mazlum’u doğrudan Erdoğan’ın bir muhatabı kılmaya çalışmıştı.
ABD Başkanının ‘General Mazlum’ dediği kişi Türk devletinin hakkında kırmızı bültenle yakalama kararı çıkarttığı Ferhad Abdi Şahin’dir. O mektup Türk devleti için yok hükmünde olabilir ancak bir resmî belge olarak ABD arşivlerinde. Dahası Ferhad Abdi Şahin sağdan sola tüm Amerikalı yetkililer için hala ‘General Mazlum’.
Trump’ın Ocak 2025’te Beyaz Saray’daki koltuğa oturduğunda göreve atayacağını açıkladığı bakan ve üst düzey yetkililerin hepsi koyu İsrail yanlısı, İran konusunda şahin görüşleri olan kişiler. Ancak Ankara açısından daha fena olan Türkiye ile ilgili kritik kararlarda söz sahibi olacak 3 kritik ismin de ‘General Mazlum’ dünyasını fazlasıyla önemseyen adamlar olması.
Mazlum’un komuta ettiği ve YPG’nin omurgası üzerine oturan Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Trump kabinesi içindeki birinci dostu Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz olacak. Kendisi de şu an Suriye’de kalan 900 ABD askeri gibi ‘yeşil bereli’ yani ‘özel kuvvetler subayı’ olan Waltz, IŞİD’e karşı kazanımların korunması için SDG’nin vazgeçilmez olduğuna şiddetle inanıyor. Washington’daki gazetecilik dönemimden biliyorum ki eğer üst düzey bir ABD yetkilisi hala ‘IŞİD tehdidi’ diyorsa bunu aslında açıkça ‘İran tehdidi’ diyemediğinden öyle söylüyordur.
Aynı Michael Waltz gibi Trump’ın Dışişleri Bakanı olacak olan Marco Rubio da bugüne kadar Suriye’den tamamen çekilmenin de YPG’den tamamen vazgeçilmesinin de karşısında durmuş bir politikacı. Trump’ın CIA Direktörü olarak atayacağını ilan ettiği John Ratcliffe de keza Suriye konusunda Waltz ve Rubio’nun çok uzağına düşmeyen bir zihin dünyasından geliyor. Üçü de Kongre’de dış politika ve güvenlik dosyalarına bakarken müesses nizamla yakın mesai yapmış, algıları orada şekillenmiş isimler. Demem o ki CENTCOM’dan “İran Suriye içinde üslerimize saldırıyor. Çok kritik bir andayız. IŞİD’li tutsaklar var, petrol kuyuları var” diye pozisyon koyduğunda kayıtsız kalabilecek bir geleneği temsil etmiyorlar. (Şuraya CENTCOM’un sadece bir hafta önce yaptığı açıklamayı da bırakayım.)
Bu arada Marco Rubio’yu anmışken Trump’ın yaptığı bu atamanın Beştepe’nin beklemediği yerden geldiğini tahmin etmek de zor değil. Dikkatli gözler, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın temmuzda NATO zirvesi için gittiği Washington’da Trump’ın gözdelerinden Richard Grenell ile görüştüğü haberini yakalamıştır. O günlerde Grenell’in Trump’ın yeni dışişleri bakanı olacağına kesin gözüyle bakılıyordu, hatta ben de yazmıştım. Özellikle Avrupalı muhataplarının hiç haz etmediği Grenell, Beştepe için hakikaten de ‘kaymaklı ekmek kadayıfı’ kıvamında bir muhatap olabilirdi. Oysa şimdi o muhatap Erdoğan’ı muhaliflerini baskı ve zulümle yıldırmaya çalışan bir ‘otoriter’ olarak gören Rubio olacak. Bir de Erdoğan’a açıkça ‘diktatör’ demiş olan yeni Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard var ki o Esad ve Putin hayranlığı nedeniyle tek başına ayrı yazıyı hak ediyor! Rubio ve Gabbard bugüne kadar sadece Washington’daki YPG çevreleriyle değil Yunan ve Ermeni lobileriyle de çok içli dışlı olmuş politikacılar.
Gelelim Trump’ın Suriye dosyasına bakacak olası diplomat ekibine…İlk Trump döneminin karakterleri Andrew Tabler, Joel Rayburn, David Schenker, Rich Outzen ve hatta James Jeffrey’in şu ya da bu görevle resme yeniden girmesi bekleniyor. Son haftalarda Rayburn, Tabler ve Schenker’le kapalı oturumlara katılan kaynaklarımdan edindiğim bilgi şu; hepsi de ABD’nin Suriye’den ayrılmasının ve SDG’den tamamen vazgeçmesinin kötü bir fikir olduğunu düşünüyor hele de İran tehdidi kuvvetlenmişken.
Bana öyle geliyor ki Ankara resmi muhatapları nezdinde sıkıştıkça Elon Musk’ın kapısını çalmak isteyebilir. Cahil olduğu konularda bile şövalyeliğe teşne bir tip olan Musk daha şimdiden İran işinin ucundan tutmaya çalıştığına göre yakında Trump ile Erdoğan arasındaki ‘Kuzeydoğu Suriye’ pazarlığının bir karakteri olarak karşımıza çıkarsa da şaşırmayız nitekim!
Bir de tabii ‘Kuzeydoğu Suriye’ denince ABD’nin Türkiye’den uzun süredir beklediği bir ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı IŞİD’lilerin iadesi’ konusu var. Bendeki bilgiye göre SDG’nin kontrolündeki hapishanelerde toplam 250 Türk cihatçı var, aileleri ise Al Hol ve Roj kamplarında. Yani ABD, Türkiye’nin aileleriyle birlikte toplam 1100 Türk vatandaşını geri almasını istiyor. Ankara, SDG yani YPG’yi muhatap almış olmamak için ayak diretiyor. YPG de zaten IŞİD’li esirleri varlık sebeplerinden birine dönüştürmüş durumda. Suriye petrollerinin kontrolü boyutunu bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
Dolayısıyla Trump Reis koltuğuna oturur oturmaz “Devlet Bey çağrını aldım, güçlü bir Türkiye için ‘evet’ diyorum” diyecek olsa bile uzun süre her şey limbo* olacak. Zira mesele ‘Mazlum’a karşı Öcalan’ kartını çekmekle halledilebileceği aşamayı geçeli çok uzun oldu.
*Limbo: Trinidad’dan dünyaya yayılmış bir dans türü. Dans eden kişi geriye doğru eğilerek yere paralel tutulan ve gittikçe alçaltılan çubuğun altından geçmeye çalışır. İngilizcede bocalanan, arafta kalınan ya da muallakta olan durumlar için kullanılır. Bu terimin diplomasideki kullanımını, ilk kez 2003 yılında Türkiye’nin en kıymetli diplomatlarından Uğur Ziyal’den duymuştum. ABD ile tezkere müzakerelerinin kritik bir aşamasında biz kapıda bekleyen gazetecilere içerideki durumu özetlemek için “Her şey limbo” demişti.