Ya derin devlet yoksa?

Bugünlerde, Sayın Bahçeli’nin açık ya da sembolik çıkışları, devletin aklı ya da derinliği konusundaki tartışmaları yeniden gündeme taşıdı. Kamuoyunda yaygın bir görüş, Cumhur İttifakı’nın varlığının “derin devlet” veya “kolektif devlet aklı” tarafından şekillendirildiği yönünde. Bu bağlamda, devlet, dünya koşullarındaki konjonktürel değişimler ve tehditler doğrultusunda ittifakın devam edip etmeyeceğine ya da politikalarının ne yönde güncelleneceğine karar veriyor.

Bu noktada, kamuoyu Sayın Bahçeli’yi devlet aklının, Sayın Erdoğan’ı ise siyasi iradenin temsilcisi olarak algılıyor. Bir bakıma, iki lider, toplumun otorite ile kurduğu ilişkinin iki farklı yönünü—devlet ve sivil alan—temsil ediyor.

Her iki liderin otoriteyi temsil etmesi, mahalleli açısından söylemlerinin içeriğinden çok varlıklarını önemli kılmaktadır. Bu durum, mahalle olarak adlandırılan geniş üst grup kimliğinin doğası gereği değişime kapalı olduğunu düşündürmektedir. Bu bağlamda, özellikle devlet otoritesini temsil eden bir siyasetin, bu topluluğu olumlu ya da olumsuz anlamda radikal dönüşümlere ikna etmesi görece daha kolay olacaktır.

Ortadoğu’nun “11 Eylül’ü” olarak adlandırılan 7 Ekim sonrasında, bölgede yeni bir düzen tartışmaları açıkça yapılmaya başlandı. Bir görüşe göre Hamas, Hizbullah ve PKK gibi aktörlerin temizlenmesi, ulus devletlerin üzerindeki baskıyı hafifletebilir. Ancak benim de katıldığım bir başka görüş, İsrail’in yayılmacı ve teröre dayalı politikalarının, zaten devlet yapısını sürdüremeyen Suriye gibi ülkeleri daha da istikrarsızlaştırarak bölgeyi toptan bir “devletsizlik krizi”ne sürükleyebileceğini öngörüyor.

Her iki olası senaryo, ülkemizde de belirli bir hazırlık sürecini gerektirmiştir. Bu bağlamda, son dönemde Öcalan tartışmaları üzerinden gündeme getirilen siyasal ve terör sorununun çözümüne yönelik söylemler ve gelişmeler kafa karışıklığına yol açmaktadır. Özellikle, bu çözümün dar kapsamlı bir güvenlik odaklı devlet projesi mi yoksa ittifak içi siyasi manevraların bir parçası mı olduğu tartışmaları, konunun ciddiyetini gölgede bırakmaktadır.

Bunun yanı sıra, konunun ele alınış biçimi—sivil toplumsal tabanı olmayan ve siyasi açıdan zayıf bir güvenlik-ittifak projesi olarak sunulması—ülkedeki normalleşme beklentilerini hayal kırıklığına uğratma potansiyelini de barındırmaktadır.

Devlet aklı tartışmalarına girdiğimizde, karşımıza sağlıklı işleyen kurumların, gelenek ve tarihsel deneyimden beslenen ortak birikimi çıkmaktadır. Osmanlı’nın devlet aklı, Bizans bürokrasisi ve İlhanlı geleneğinden beslenen bir yapıya dayanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet aklı ise büyük ölçüde Osmanlı’nın hariciye (dışişleri) ve harp (askeri) geleneklerine dayanıyordu.

Osmanlı, diplomatik yönünü daima Batı’ya çevirdi. Benzer şekilde, Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO üyeliği ve Osmanlı deneyimi doğrultusunda uzun yıllar boyunca Ortadoğu’dan uzak durma politikası, bu tarihsel devamlılığın bir yansıması olarak görülebilir.

Devlet aklı tartışmalarının arka planında ise iki ana husus öne çıkmaktadır: Devletin sahipleri ve derin devlet tartışmaları.

Merhum Durmuş Hocaoğlu, “Her devletin bir çekirdek unsuru vardır. Bu kurucu unsurdur diğer unsurlara hizmet eder en son o kan bedelini ödeyecektir” derdi. Katılır veya katılmazsınız.

Fransız devrimi ve ardından gelen Sanayi Devrimi ile birlikte anayasa ve hukuk tartışmaları gündeme geldi. Bu süreçte, Osmanlı dahil, devletler kendi iç ve dış tehditlerine karşı, devlet bürokrasisinin kontrolünde, gayrı-nizami harp unsurlarını oluşturdular. Bu unsurlar, özellikle İtalyan Karbonari cemiyeti ve Makedonya’daki komitacılara karşı yapılan özel harp deneyimlerinden ilham alınarak şekillendi.

Abdülhamit ve İttihatçılar, bu yapıları kurarken, özellikle İngiltere’deki “Peaky Blinders” mafya örgütü ve Winston Churchill ilişkisini andıran bir altyapı oluşturdu. Bu yapıların içinde, Hamidiye Alayları ve Hapishane Taburları gibi unsurlar sürekli olarak yer aldı ve devletin güvenlik stratejilerinde önemli bir rol oynadılar.

Tarihimizdeki birçok önemli olay, kontrol altındaki veya kontrolsüz derin yapılara bağlanmaktadır. Abdülaziz’in katli, 1909-1911 arasında katledilen muhalif gazeteciler Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Beyler, Ermeni tehciri sırasında Osmanlı Ermenilerinin kayıpları, 6-7 Eylül olayları, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu ve Hrant Dink cinayetleri, bu tür derin yapılarla ilişkilendirilen örneklerden sadece bazılarıdır. Ayrıca, tarihimizde aydınlatılamayan 1 Mayıs olayları da bu tartışmaların bir parçası olarak değerlendirilebilir.

Tarihsel olarak baktığımızda, bizdeki devlet aklı ve gayrı-nizami derin yapılar, güvenlik bürokrasisinin etrafında şekillenmiştir. Tanzimat’tan itibaren yenilenen kurumlarımızda güvenlik bürokrasisinin niteliğinden şüphe etmek imkansızdır. O dönemin şartlarında, komitacı unsurlara karşı geliştirdikleri çözümler, belki de o an için kendilerince uygun bir stratejiydi. Ancak eylem odaklı bir bekâ aceleciliği ile hareket eden güvenlik bürokrasisi, çok yönlü bir fikri plan ve vizyon geliştirmekte zayıf kaldı.

Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu, toplumsal farklılıklar için başta eşit vatandaşlık, refah ve güvenlik gibi alanlarda etkili çözümler üretemedi. Bu eksiklik, farklılıkların beklentilerinin dış tahrikli ayrılıkçılık biçiminde şekillenmesine yol açtı.

Bugün, gayrı-nizami mücadeleyi sürdürdüğünü kabul eden unsurların en büyük sorunları arasında eğitim eksiklikleri, denetimsizlik, başıboşluk ve hiyerarşik yapılarındaki belirsizlikler bulunmaktadır. Alındığı varsayılan kritik kararların keyfiliği, doğruluğu ya da sağlıklı bir devlet aklından kaynaklanıp kaynaklanmadığı tartışmalıdır.

Bugün, ortak sağduyulu bir devlet aklının özlemi duyulmaktadır; bunun da en bariz örneği, kurumların içinin boşalması, niteliksizlik ve anayasaya bağlı bir adalet sisteminin eksikliği gibi izlenimlerdir. Bu durum, alınan kararların oluşum mekanizmalarının sağlığı hakkında şüpheli derinleştirmektedir.

Eğer kurumlar yoksa, devletin varlığından söz etmek güçtür. Vatandaşın temel güven duygusu onarıcı anlamaya dayalı bir devletin adaletinin varlığı ile doğru orantılıdır.

Bütün bu tartışmaların ötesinde, her şeye rağmen, sorunları ve umutlarıyla en sorunlu devlet bile devletsizlikten iyidir. Bu sorunlu devletin denetimli ıslah edilmeye açık bir derin savunma aklının hâlâ olması da ehven kabul edilebilir.

Asıl ürkütücü olan ise, kurumlarıyla zaafa uğramış bir devlet mekanizmasında ya derin devlet kalmamışsa?

İşte o zaman, hocanın tabiriyle durumu “buyurun cenaze namazına” hicviyle özetlemek mümkündür.