Mersin Akkuyu nükleer santralindeki 4GW’lık reaktörün kısmi inşaatının ardından Rus şirketi Rosatom’a, Türkiye’nin ikinci nükleer santralinin Sinop’ta inşası için de ihale verileceği yönünde haberler ortalıkta dolaşıyor.
İlkini hayata geçirmeden, işletmede ne gibi sorunlar çıkabileceğini görmeden, finansman sorunları yaşanırken, şayet haberler doğruysa, yine 25 milyar dolara mal olacak yeni bir nükleer projeye yeşil ışık yakmak bu aşamada pek akıllıca bir karar gibi görünmüyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in yakında olacağı açıklanan Türkiye ziyareti öncesinde patlak veren son haberlerin kaynağının Ruslar olduğu görülüyor ancak henüz bu konuda Türkiye’den resmi bir doğrulama ya da yalanlama gelmedi.
Yani, top ortada zira Japon-Fransız ortaklığı çekildikten sonra Çinlilerin de Korelilerin de Mersin Akkuyu’da Rosatom’a verilen benzeri ayrıcalıklar masaya konulursa Sinop projesine ilgi duyduklarını biliyorum.
Nükleere siyah-beyaz gözlükle bakmadan Türkiye’nin fosil yakıtlara olan aşırı bağımlılığının azaltılarak yenilenebilir enerjiye yönelmesi ve bu bağlamda enerji arzının en az yüzde 10’unu (dünya ortalamasına yakın) sağlayacak şekilde nükleer enerjinin de enerji denklemine dahil edilmesi gerektiğine inanıyorum.
Ancak, suna da inanıyorum ki, teknolojideki ilerlemeler ve artan maliyet yükü bizi “beyaz filler” dediğimiz 25-30 milyar dolarlık devasa projelere değil, 500-700 MW’lik, nispeten yüksek kapasiteli, küçük ve orta ölçekli modüler (SMR) nükleer santral projelere yönlendirmeli. Londra’daki Global Resources Partners, UK, üst düzey yöneticisi ve nükleer projeler fonları üzerine uzman Sanford Henry, SMR’ların hem karbon emisyonlarına katkli, hem maliyetler, hem de GE, Hitachi, Rolls Royce gibi şirketlerin ortak yatırıma olumlu bakmaları nedeniyle Türkiye gibi ülkeler için daha elverişli olabileceğini söylüyor. Ve atık yönetimi ve maliyetlerin daha az problemli olmasının da ayrı bir avantaj olduğunu düşünüyor.
Bana sorarsanız, Türkiye’nin, Rusya’ya aşırı doğalgaz bağımlılığıyla aynı konuma nükleer enerjide de getirilmesinin ne kadar doğru olacağı da tartışmalı. Bunun önümüzdeki onyıllarda büyük olasılıkla ciddi enerji (ve ulusal) güvenlik sonuçları olacağını akıldan çıkarmayalım.
Dünya genelinde nükleer enerjiye geçişin hızlanması, özellikle Çin, Orta Doğu ve Güney Asya gibi dinamik gelişmekte olan ekonomilerde ivme kazanması, dahası gelecekte daha fazla nükleer santral yapılması beklentisi bu santrallerde kullanılan uranyumun fiyatlarını da son dört yılda dört katına fırlattı.
Uranyum piyasası, tüm emtia piyasaları gibi, geleneksel arz ve talep güçlerinin yanı sıra jeopolitik baskıların da etkisiyle değişkenlik gösteren bir geçmişe sahip.
Uranyum spot fiyatı 2007’de nükleer rönesans sırasında zirvede iken 2011 Fukushima felaketinden sonra gerileme yaşandı, fiyatlar da buna bağlı olarak düştü. Dünyanın dört bir yanındaki uranyum şirketleri kapasitelerini düşürdü, bazıları kapandı. Şimdi talep artınca yeniden canlanıyor.
Tarihsel olarak Avustralya ve Kanada’da uranyum çıkarılırken, bugün Kazakistan, Namibya, Nijer ve Özbekistan dünya uranyum üretiminde önde gelen ülkeler arasında yer alıyor. Kazakistan dünya lideri.
Keşfedilen ve kanıtlanmış toplam uranyum kaynakları, mevcut ihtiyaçlara göre en az bir yüzyıldan fazla bir süreyi karşılamaya yeterli. Fizikçi Bernard Cohen daha da ileri giderek dünyadaki uranyum arzının neredeyse tükenmez olduğunu ve bu nedenle yenilenebilir bir enerji türü olarak kabul edilebileceğini öne sürüyor.
AB içindeki tartışmalarda enerjisinin önemli bir kısmı nükleer enerjiden elde edilen Fransa da aynı görüşü paylaşıyor. Deniz suyundan elde edilen doğal olarak yenilenen uranyumla beslenen hızlı üretimli reaktörlerin, en az güneşin beklenen beş milyar yıllık ömrü kadar enerji sağlayabileceği de iddia ediliyor.
İlk ticari nükleer santraller 1950’lerde faaliyete geçti. Günümüzde bunların çoğu kullanılamaz hale geldi, ancak yenileri yapılıyor.
Sivil nükleer enerjinin artık 20.000 reaktör yılından fazla deneyimi var. Nükleer enerji şu anda dünya elektriğinin yaklaşık yüzde 10’unu yaklaşık 440 güç reaktöründen sağlıyor. Dünyanın düşük karbonlu elektriğinin yaklaşık dörtte biri nükleerden geliyor.
Nükleer enerji santralleri dünya çapında 31 ülkede (artı Tayvan) faaliyet göstermektedir. 2022 yılında 13 ülke elektriğinin en az dörtte birini nükleerden üretti. Fransa elektriğinin yarısından fazlasını nükleerden alırken, ABD, Ukrayna, Slovakya, Belçika ve Macaristan enerjilerinin önemli bir kısmını nükleer reaktörlerden elde ediyor. Japonya, elektriğinin dörtte birinden fazlası için nükleere güveniyordu ve önümüzdeki dönemde bu seviyeye yaklaşması bekleniyor.
Aslında bölgesel iletim ağları aracılığıyla başta Avrupa olmak üzere pek çok ülke nükleer enerjiye kısmen bağımlıdır.
Ticari nükleer endüstri 1960’larda başladığında, Doğu ve Batı endüstrileri arasında net sınırlar vardı. Günümüzde nükleer endüstri, stratejik önemini korusa da uluslararası ticarete konu olmaktadır. Bugün Asya’da inşaatı devam eden bir reaktörün bileşenleri Güney Kore, Kanada, Japonya, Fransa, Almanya, Rusya ve diğer ülkelerden temin ediliyor. Benzer şekilde Avustralya veya Namibya’dan gelen uranyum da BAE’deki bir reaktöre gidebilir, Fransa’da dönüştürülebilir, Hollanda’da zenginleştirilebilir, Birleşik Krallık’ta dönüştürülmeden Güney Kore’de üretilebilir.
Madencilikten elde edilen uranyumun büyük bir kısmı nükleer santrallerde yakıt olarak kullanılıyor. Ancak nükleer teknolojinin düşük çaplı enerji sağlamanın çok ötesine uzanan kullanım alanları var. Ayrıca hastalıkların yayılmasının kontrol altına alınmasına yardımcı oluyor, tıpta tanı ve tedavide doktorlara yol gösteriyor. İddialı uzay ve savunma sanayii projelerine destek veriyor. Tabii ki nükleer silah üreticilerinin de gözbebeği.
Bu çeşitli kullanımlar, nükleer teknolojileri dünyanın sürdürülebilir kalkınmaya ulaşma çabalarının merkezine yerleştirmektedir.
Eğer nükleerde daha da ileri gitmeye kararlıysak bundan sonrası için aklıma gelen bazı öneriler şunlar: